DÖNEM: 22 CİLT: 146 YASAMA YILI: 5
TÜRKİYE
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
TUTANAK
DERGİSİ
62nci
Birleşim
13 Şubat 2007 Salı
İ Ç İ N D E K İ L
E R
Sayfa
I. - GEÇEN TUTANAK ÖZETİ
II. - GELEN KÂĞITLAR
III. -
YOKLAMA
IV. - BAŞKANLIĞIN
GENEL KURULA SUNUŞLARI
A) TEZKERELER
VE ÖNERGELER
1.-
TBMM Başkanlığınca, esas komisyon olarak
İçişleri Komisyonuna havale edilen, konuları bakımından
aynı mahiyette olduklarından birleştirilerek görüşülmesine
karar verilmiş olan kanun tekliflerinin esas komisyon olarak
kendi komisyonlarında görüşülmesine ilişkin Sağlık,
Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanlığı
tezkeresi (3/1203)
B) GENSORU,
GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS
ARAŞTIRMASI ÖNERGELERİ
1.-
İzmir Milletvekili Hakkı Ülkü ve 46 milletvekilinin, belediyeler
ve bağlı kuruluşlarının ihalelerinin
araştırılarak etkin denetim yollarının belirlenmesi
amacıyla Meclis araştırması açılmasına
ilişkin önergesi (10/422)
V. - ÖNERİLER
A) DANIŞMA
KURULU ÖNERİLERİ
1.-
(11/8) esas numaralı gensoru önergesinin gündeme alınıp
alınmaması hususundaki ön görüşmelerin Genel Kurulun
13/2/2007 Salı günkü birleşiminde yapılmasına
ilişkin Danışma Kurulu önerisi
VI. - GENSORU,
GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS
ARAŞTIRMASI
A) ÖN GÖRÜŞMELER
1.-
Anavatan Partisi Grubu Adına Grup Başkanı Isparta Milletvekili
Erkan Mumcu ile Grup Başkanvekilleri Malatya Milletvekili Süleyman
Sarıbaş, Ankara Milletvekili Muzaffer R. Kurtulmuşoğlu
ve Gaziantep Milletvekili Ömer Abuşoğlu'nun, terör ve asayiş
olaylarındaki artış ve ahlaki çöküntüye karşı
gerekli önlemleri alamadığı, toplumda ayrışma
ve huzursuzluğa neden olduğu, KÖYDES projesi ve mahalli
idarelerin yetersiz denetimi sonucu kamu kaynaklarının
kullanımını tartışmalı hâle getirdiği
iddiasıyla İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu hakkında
gensoru açılmasına ilişkin önergesi (11/8)
2.-
Tekirdağ Milletvekili Mehmet Nuri Saygun ve 30 milletvekilinin,
küresel ısınma konusunun araştırılarak
alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla
Meclis araştırması açılmasına ilişkin
önergesi (10/351)
3.-
Ankara Milletvekili Yakup Kepenek ve 59 milletvekilinin, küresel
ısınmanın ülkemizdeki etkilerinin araştırılarak
alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla
Meclis araştırması açılmasına ilişkin
önergesi (10/399)
4.-
Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin ve 20 milletvekilinin, küresel
ısınmanın neden olduğu sorunların ve oluşturduğu
riskin araştırılarak alınması gereken önlemlerin
belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergesi (10/417)
5.-
İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem ve 106 milletvekilinin,
Türkçedeki bozulma ve yabancılaşmanın nedenleri ile
toplumsal birlik ve beraberliğimiz üzerindeki etkilerinin
araştırılarak alınması gereken önlemlerin
belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergesi (10/365)
VII. - SORULAR
VE CEVAPLAR
A) YAZILI
SORULAR VE CEVAPLARI
1.-
İzmir Milletvekili Erdal KARADEMİR'in, kalorifer kazanlarının
denetimine ilişkin sorusu ve Sanayi ve Ticaret Bakanı
Ali COŞKUN'un cevabı (7/19849)
2.-
İstanbul Milletvekili Emin ŞİRİN'in, TMSF'nin satışa
çıkardığı bir binaya ilişkin sorusu ve Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Abdüllatif ŞENER'in cevabı (7/19902)
3.-
İzmir Milletvekili Enver ÖKTEM'in, gizli bir yazının
basına dağıtıldığı iddiasına
ilişkin sorusu ve Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Abdüllatif ŞENER'in cevabı (7/20037)
I. - GEÇEN
TUTANAK ÖZETİ
TBMM
Genel Kurulu saat 14.00'te açılarak beş oturum yaptı.
Kahramanmaraş
Milletvekili Fatih Arıkan, Kahramanmaraş'ın kurtarılışının
87'nci yıl dönümü münasebetiyle, ilin, ekonomik alanda kaydettiği
ilerlemelere,
Gaziantep
Milletvekili Abdulkadir Ateş, Gaziantep'e "Gazi" unvanı
verilişinin 86'ncı yıl dönümü münasebetiyle, ilin, günümüzde,
ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda
göstermiş olduğu başarılara,
İlişkin
gündem dışı konuşma yaptılar.
Sinop
Milletvekili Mustafa Öztürk'ün, ülkemizdeki yenilenebilir enerji
kaynaklarının kullanımının artırılmasının
önemine ilişkin gündem dışı konuşmasına
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Mehmet Hilmi Güler cevap verdi.
Edirne
Milletvekili Rasim Çakır ve 35 milletvekilinin, su kaynakları
üzerindeki risk ve sorunların araştırılarak sürdürülebilir
yönetimi için alınması gereken önlemlerin belirlenmesi
amacıyla Meclis araştırması açılmasına
ilişkin önergesi (10/421) Genel Kurulun bilgisine sunuldu; önergenin
gündemdeki yerini alacağı ve ön görüşmesinin, sırası
geldiğinde yapılacağı açıklandı.
Gündemin
"Kanun Tasarı ve Teklifleri ile Komisyonlardan Gelen Diğer
İşler" kısmının:
1'inci
sırasında bulunan, Kamu İhale Kanununa Geçici Madde
Eklenmesine Dair Kanun Teklifi'nin (2/212) (S. Sayısı: 305)
görüşmeleri, daha önce geri alınan maddelere ilişkin
komisyon raporu henüz gelmediğinden,
2'nci
sırasında bulunan, Bazı Kamu Alacaklarının
Tahsil ve Terkinine İlişkin Kanun Tasarısı'nın
(1/1030) (S. Sayısı: 904) görüşmeleri,
3'üncü
sırasında bulunan, Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu,
Sağlık Personelinin Tazminat ve Çalışma Esaslarına
Dair Kanun ile Tababet ve Şuabatı San'atlarının
Tarzı İcrasına Dair Kanunda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun Tasarısı'nın (1/1226) (S. Sayısı:
1247) görüşmelerine devam olunarak 10'uncu maddesine kadar kabul
edildi; verilen aradan sonra,
İlgili
komisyon yetkilileri Genel Kurulda hazır bulunmadığından;
Ertelendi.
4'üncü
sırasında bulunan ve Cumhurbaşkanınca bir kez daha
görüşülmek üzere geri gönderilen 26/9/2006 Tarihli ve 5545 Sayılı
Özel Öğretim Kurumları Kanunu'nun (1/1251) (S. Sayısı:
1253) müzakeresini müteakiben, elektronik cihazla yapılan
açık oylamadan sonra kabul edilip kanunlaştığı
açıklandı.
Uşak
Milletvekili Alim Tunç, konuşması sırasında bazı
sözlerinin yanlış anlaşılabileceği gerekçesiyle
bir açıklamada bulundu.
13
Şubat 2007 Salı günü saat 15.00'te toplanmak üzere, birleşime
19.56'da son verildi.
Sadık
Yakut
Başkan
Vekili
Harun Tüfekci Türkân
Miçooğulları
Konya
İzmir
Kâtip
Üye Kâtip
Üye
Ahmet Küçük
Çanakkale
Kâtip
Üye
No.: 81
II. - GELEN
KÂĞITLAR
9 Şubat
2007 Cuma
Tasarılar
1.-
Sporda Dopinge Karşı Uluslararası Sözleşmeye Katılmamızın
Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı (1/1302) (Milli
Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor ile Dışişleri Komisyonlarına)
(Başkanlığa geliş tarihi: 2.2.2007)
2.-
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suudi Arabistan Krallığı
Hükümeti Arasında Karayoluyla Yolcu ve Yük Taşımacılığının
Düzenlenmesi Hakkında Anlaşmanın Onaylanmasının
Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı (1/1303) (Bayındırlık,
İmar, Ulaştırma ve Turizm ile Dışişleri Komisyonlarına)
(Başkanlığa geliş tarihi: 6.2.2007)
Teklifler
1.-
Kahramanmaraş Milletvekili Mehmet Yılmazcan'ın, Sanayi
ve Ticaret Bakanlığının Kuruluş Teşkilat
ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun Teklifi (2/947) (Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar,
Bilgi ve Teknoloji Komisyonuna) (Başkanlığa geliş
tarihi: 5.2.2007)
2.-
Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin ve 9 Milletvekilinin; Gaziantep'e
İstiklal Madalyası Verilmesi Hakkında Kanun Teklifi
(2/948) (İçişleri Komisyonuna) (Başkanlığa geliş
tarihi: 6.2.2007)
Gensoru
Önergesi
1.-
Anavatan Partisi Grubu Adına Grup Başkanı Isparta Milletvekili
Erkan MUMCU ile Grup Başkanvekilleri Malatya Milletvekili Süleyman
SARIBAŞ, Ankara Milletvekili Muzaffer R. KURTULMUŞOĞLU
ve Gaziantep Milletvekili Ömer
ABUŞOĞLU'nun, Terör ve Asayiş Olaylarındaki Artış
ve Ahlaki Çöküntüye Karşı Gerekli Önlemleri Alamadığı,
Toplumda Ayrışma ve Huzursuzluğa Neden Olduğu,
KÖYDES Projesi ve Mahalli İdarelerin Yetersiz Denetimi Sonucu
Kamu Kaynaklarının Kullanımını Tartışmalı
Hale Getirdiği İddiasıyla İçişleri Bakanı
Abdülkadir AKSU Hakkında Anayasanın 99 uncu ve İçtüzüğün
106 ncı Maddeleri Uyarınca Bir Gensoru Açılmasına
İlişkin Önergesi (11/8) (Başkanlığa geliş
tarihi: 7/2/2007) (Dağıtma tarihi: 9/2/2007)
No.: 82
12 Şubat
2007 Pazartesi
Teklifler
1.-
İzmir Milletvekili Bülent Baratalı ve 19 Milletvekilinin;
Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/949) (Milli Savunma ile
Plan ve Bütçe Komisyonlarına) (Başkanlığa geliş
tarihi: 2.2.2007)
2.-
Ankara Milletvekili Muzaffer R. Kurtulmuşoğlu'nun; Büyükşehir
Belediyesi Kanunu ile Belediye Kanununa Ek Madde Eklenmesi Hakkında
Kanun Teklifi (2/950) (İçişleri; Sağlık, Aile, Çalışma
ve Sosyal İşler ile Plan ve Bütçe Komisyonlarına)
(Başkanlığa geliş tarihi: 6.2.2007)
Rapor
1.-
Tanık Koruma Kanunu Tasarısı ve Adalet Komisyonu Raporu
(1/1290) (S. Sayısı: 1343) (Dağıtma tarihi:
12.2.2007) (GÜNDEME)
Sözlü Soru
Önergeleri
1.-
Mardin Milletvekili Muharrem DOĞAN'ın, Güneydoğu Anadolu'daki
sel mağdurlarına yapılan yardımlara ilişkin
Başbakandan sözlü soru önergesi (6/2521) (Başkanlığa
geliş tarihi: 26/1/2007)
2.-
Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun, Kızılay
yönetimiyle ilgili bazı iddialara ilişkin İçişleri
Bakanından sözlü soru önergesi (6/2522) (Başkanlığa
geliş tarihi: 26/1/2007)
3.-
Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun, Rize'nin termal
turizm merkezleri arasına alınmamasına ilişkin
Başbakandan sözlü soru önergesi (6/2523) (Başkanlığa
geliş tarihi: 29/1/2007)
4.-
Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun, Antalya-Kemer
karayoluna ilişkin Başbakandan sözlü soru önergesi
(6/2524) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
5.-
Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun, Antalya-Alanya
karayoluna ilişkin Başbakandan sözlü soru önergesi
(6/2525) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
Yazılı
Soru Önergeleri
1.-
Manisa Milletvekili Nuri ÇİLİNGİR'in, BAĞ-KUR'lu
hastaların üniversite hastanelerinde karşılaştıkları
zorluklara ilişkin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20335) (Başkanlığa geliş
tarihi: 31/1/2007)
2.-
Hatay Milletvekili Züheyir AMBER'in, Bolu Dağı Tüneline
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20336)
(Başkanlığa geliş tarihi: 25/1/2007)
3.-
Konya Milletvekili Atilla KART'ın, geçici işçilere kadro
verilmesi çalışmalarına ilişkin Başbakandan
yazılı soru önergesi (7/20337) (Başkanlığa geliş
tarihi: 26/1/2007)
4.-
Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun, Kızılay'ın
kurban bağışlarını değerlendirmesine
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20338)
(Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
5.-
Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun, Kızılay
Teftiş Kurulunun düzenlediği toplantılara ilişkin
Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20339) (Başkanlığa
geliş tarihi: 26/1/2007)
6.-
Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun, Kızılay
yönetimiyle ilgili bazı iddialara ilişkin Başbakandan
yazılı soru önergesi (7/20340) (Başkanlığa geliş
tarihi: 26/1/2007)
7.-
İzmir Milletvekili Ahmet ERSİN'in, serbest bölgelerde uygulanan
bazı teşviklerin kaldırılmasına ilişkin
Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20341) (Başkanlığa
geliş tarihi: 26/1/2007)
8.-
Mardin Milletvekili Muharrem DOĞAN'ın, Bolu Dağı
Tüneline ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi
(7/20342) (Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
9.-
İstanbul Milletvekili Emin ŞİRİN'in, Terör Mağdurları
Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Derneğinin taleplerine
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20343)
(Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
10.-
Adana Milletvekili N. Gaye ERBATUR'un, çocuk ve kadınlara yönelik
şiddetle ilgili genelge doğrultusundaki çalışmalara
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20344)
(Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
11.-
Adana Milletvekili N. Gaye ERBATUR'un, çocuk ve kadınlara yönelik
şiddetle ilgili genelge doğrultusundaki çalışmalara
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20345)
(Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
12.-
Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun, Bolu Dağı
Tüneline ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi
(7/20346) (Başkanlığa geliş tarihi: 25/1/2007)
13.-
İzmir Milletvekili Ahmet ERSİN'in, derin devlet konusundaki
bir açıklamasına ilişkin Başbakandan yazılı
soru önergesi (7/20347) (Başkanlığa geliş tarihi:
29/1/2007)
14.-
İzmir Milletvekili Canan ARITMAN'ın, Hrant Dink cinayeti soruşturmasına
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20348)
(Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
15.-
Mardin Milletvekili Muharrem DOĞAN'ın, bir milletvekilinin
sahibi olduğu eczaneye yönelik ilaç yolsuzluğu iddialarına
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20349)
(Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
16.-
Konya Milletvekili Atilla KART'ın, vekaleten görev yapan bürokrata
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20350)
(Başkanlığa geliş tarihi: 31/1/2007)
17.-
Adana Milletvekili N. Gaye ERBATUR'un, Bergama Çocuk Cezaevindeki
hukuki ve psikolojik yardım hizmetlerine ilişkin Adalet
Bakanından yazılı soru önergesi (7/20351) (Başkanlığa
geliş tarihi: 25/1/2007)
18.-
Konya Milletvekili Atilla KART'ın, avukatların Ceza Muhakemeleri
Kanunu kapsamındaki alacaklarına ilişkin Adalet Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20352) (Başkanlığa geliş
tarihi: 26/1/2007)
19.-
Muğla Milletvekili Fahrettin ÜSTÜN'ün, Muğla'daki bazı
tesislerdeki istihdama ilişkin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20353) (Başkanlığa geliş
tarihi: 29/1/2007)
20.-
İzmir Milletvekili Hakkı ÜLKÜ'nün, su kaynaklarının
durumuna yönelik çalışmalara ilişkin Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanından yazılı soru önergesi (7/20354)
(Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
21.-
Eskişehir Milletvekili Mehmet Vedat YÜCESAN'ın, doğalgaz
fiyatında indirim yapılmamasına ilişkin Enerji
ve Tabii Kaynaklar Bakanından yazılı soru önergesi
(7/20355) (Başkanlığa geliş tarihi: 31/1/2007)
22.-
Tunceli Milletvekili V. Sinan YERLİKAYA'nın, bazı asayiş
olaylarının sorumlularına ilişkin İçişleri
Bakanından yazılı soru önergesi (7/20356) (Başkanlığa
geliş tarihi: 26/1/2007)
23.-
İstanbul Milletvekili Emin ŞİRİN'in, görevden
alınan Trabzon Emniyet Müdürüne ilişkin İçişleri
Bakanından yazılı soru önergesi (7/20357) (Başkanlığa
geliş tarihi: 29/1/2007)
24.-
Antalya Milletvekili Nail KAMACI'nın, Antalya Büyükşehir
Belediyesiyle ilgili bir iddiaya ilişkin İçişleri Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20358) (Başkanlığa geliş
tarihi: 29/1/2007)
25.-
Samsun Milletvekili İlyas Sezai ÖNDER'in, Vezirköprü Belediyesinin
bir arsa üzerindeki tasarrufuna ilişkin İçişleri Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20359) (Başkanlığa geliş
tarihi: 29/1/2007)
26.-
Bursa Milletvekili Kemal DEMİREL'in, Bursa'daki bir köyün su ihtiyacına
ilişkin İçişleri Bakanından yazılı soru
önergesi (7/20360) (Başkanlığa geliş tarihi:
31/1/2007)
27.-
Samsun Milletvekili İlyas Sezai ÖNDER'in, 19 Mayıs Üniversitesi
Tıp Fakültesi Hastanesinin hemşire kadrosu ihtiyacına
ilişkin Maliye Bakanından yazılı soru önergesi
(7/20361) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
28.-
Trabzon Milletvekili M. Akif HAMZAÇEBİ'nin,
Gelir İdaresi Başkanlığındaki bir soruşturmaya
ilişkin Maliye Bakanından yazılı soru önergesi
(7/20362) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
29.-
Bursa Milletvekili Mustafa ÖZYURT'un, şehir içi toplu taşımacılıktaki
vergi yüküne ilişkin Maliye Bakanından yazılı soru
önergesi (7/20363) (Başkanlığa geliş tarihi:
29/1/2007)
30.-
Bursa Milletvekili Mustafa ÖZYURT'un, Bursa'nın öğretmenevi
ihtiyacına ilişkin Milli Eğitim Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20364) (Başkanlığa geliş tarihi:
29/1/2007)
31.-
Denizli Milletvekili Mustafa GAZALCI'nın, ders kitaplarının
incelenmesine ilişkin Milli Eğitim Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20365) (Başkanlığa geliş tarihi:
31/1/2007)
32.-
İzmir Milletvekili Ahmet ERSİN'in, İzmir-Buca'daki bir
hastane inşaatına ilişkin Sağlık Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20366) (Başkanlığa geliş
tarihi: 26/1/2007)
33.-
Eskişehir Milletvekili Mehmet Vedat YÜCESAN'ın, Eskişehir'deki
aile hekimliği uygulamasına ilişkin Sağlık
Bakanından yazılı soru önergesi (7/20367) (Başkanlığa
geliş tarihi: 30/1/2007)
34.-
Bursa Milletvekili Kemal DEMİREL'in, zeytin fidanı üreticilerine
yönelik bir düzenlemeye ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20368) (Başkanlığa geliş
tarihi: 29/1/2007)
35.-
Hatay Milletvekili Mehmet ERASLAN'ın, ayçiçeğinin ekonomik
değerine ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20369) (Başkanlığa geliş
tarihi: 30/1/2007)
36.-
Hatay Milletvekili Mehmet ERASLAN'ın, şekerpancarının
ekonomik değerine ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20370) (Başkanlığa geliş
tarihi: 30/1/2007)
37.-
Hatay Milletvekili Mehmet ERASLAN'ın, mısırın ekonomik
değerine ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20371) (Başkanlığa geliş
tarihi: 30/1/2007)
38.-
Hatay Milletvekili Mehmet ERASLAN'ın, pamuğun ekonomik değerine
ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20372) (Başkanlığa geliş tarihi:
30/1/2007)
39.-
Hatay Milletvekili Mehmet ERASLAN'ın, buğdayın ekonomik
değerine ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20373) (Başkanlığa geliş
tarihi: 30/1/2007)
40.-
Hatay Milletvekili Züheyir AMBER'in, Diyanet İşleri
Başkanlığı yurtdışı teşkilatına
atanacak personele ilişkin Devlet Bakanından (Mehmet AYDIN)
yazılı soru önergesi (7/20374) (Başkanlığa geliş
tarihi: 25/1/2007)
41.-
Malatya Milletvekili Ferit Mevlüt ASLANOĞLU'nun, cep telefonlarındaki
özel numara uygulamasına ilişkin Ulaştırma Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20375) (Başkanlığa geliş
tarihi: 26/1/2007)
42.-
Antalya Milletvekili Nail KAMACI'nın, Devlet Halk Dansları
Topluluğunun yurt dışı seyahatiyle ilgili bir iddiaya
ilişkin Kültür ve Turizm Bakanından yazılı soru
önergesi (7/20376) (Başkanlığa geliş tarihi:
29/1/2007)
43.-
Adana Milletvekili Mehmet Ziya YERGÖK'ün, Gebze'deki akaryakıt
kaçakçılığı ile ilgili iddialara ilişkin Devlet
Bakanından (Kürşad TÜZMEN) yazılı soru önergesi
(7/20377) (Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
44.-
İstanbul Milletvekili Ali Kemal KUMKUMOĞLU'nun, bakıcı
anne olarak çalışanların sorunlarına ilişkin
Devlet Bakanından (Nimet ÇUBUKÇU) yazılı soru önergesi
(7/20378) (Başkanlığa geliş tarihi: 31/1/2007)
No.: 83
13 Şubat
2007 Salı
Tasarı
1.-
Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun Tasarısı (1/1304) (Plan ve Bütçe Komisyonuna)
(Başkanlığa geliş tarihi: 9.2.2007)
Teklif
1.-
İstanbul Milletvekili Algan Hacaloğlu ve 34 Milletvekilinin;
3069 Sayılı "Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeliği
ile Bağdaşmayan İşler Hakkında Kanun" ile
3628 Sayılı "Mal Bildiriminde Bulunulması,
Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu'nun" 5'inci, 9'uncu
ve 3'üncü Maddelerinde Değişiklikler Yapılması,
"TBMM Dışı Faaliyet Gelirlerinin Beyanı"
ve Bu Konularda Uygulamanın İzlenmesi ile Görevli
"TBMM Siyasi Etik Kurulu" Kurulmasına İlişkin,
"TBMM Siyasi Etik Yasası" Adında Kanun Teklifi
(2/951) (Anayasa Komisyonuna) (Başkanlığa geliş
tarihi: 12.2.2007)
Meclis
Araştırması Önergesi
1.-
İzmir Milletvekili Hakkı ÜLKÜ ve 46 Milletvekilinin, belediyeler
ve bağlı kuruluşlarının ihalelerinin
araştırılarak etkin denetim yollarının belirlenmesi
amacıyla Anayasanın 98 inci, İçtüzüğün 104 ve 105
inci maddeleri uyarınca bir Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergesi (10/422) (Başkanlığa
geliş tarihi: 9/2/2007)
13 Şubat
2007 Salı
BİRİNCİ
OTURUM
Açılma
Saati: 15.04
BAŞKAN:
Başkan Vekili Sadık YAKUT
KÂTİP
ÜYELER: Ahmet Gökhan SARIÇAM (Kırklareli), Yaşar TÜZÜN (Bilecik)
BAŞKAN
- Türkiye Büyük Millet Meclisinin 62'nci Birleşimi'ni açıyorum.
III. - Y O K
L A M A
BAŞKAN
- Elektronik cihazla yoklama yapacağız.
Yoklama
için beş dakika süre vereceğim. Sayın milletvekillerinin
oy düğmelerine basarak salonda bulunduklarını bildirmelerini,
bu süre içerisinde elektronik sisteme giremeyen milletvekillerinin
salonda hazır bulunan teknik personelden yardım istemelerini,
buna rağmen sisteme giremeyen üyelerin ise, yoklama pusulalarını,
yoklama için öngörülen ve görevli personel aracılığıyla,
beş dakikalık süre içerisinde Başkanlığa ulaştırmalarını
rica ediyorum.
Yoklama
işlemini başlatıyorum.
(Elektronik
cihazla yoklama yapıldı)
BAŞKAN
- Sayın milletvekilleri, toplantı yeter sayısı
vardır.
Gündeme
geçiyoruz.
Başkanlığın
Genel Kurula sunuşları vardır.
Sağlık,
Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanlığının
İç Tüzük'ün 34'üncü maddesi uyarınca verilmiş bir tezkeresi
vardır, okutuyorum:
IV. -
BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI
A) TEZKERELER
VE ÖNERGELER
1.- TBMM
Başkanlığınca, esas komisyon olarak İçişleri
Komisyonuna havale edilen, konuları bakımından aynı
mahiyette olduklarından birleştirilerek görüşülmesine
karar verilmiş olan kanun tekliflerinin esas komisyon olarak
kendi komisyonlarında görüşülmesine ilişkin Sağlık,
Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanlığı
tezkeresi (3/1203)
1/2/2007
Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanlığına
Başkanlığınızca
7/12/2006 tarihinde esas Komisyon olarak İçişleri Komisyonu'na
tali Komisyon olarak da Adalet Komisyonu, Sanayi, Ticaret, Enerji,
Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu ile Komisyonumuza
havale edilen 2/903 esas numaralı "Trabzon Milletvekili
Cevdet Erdöl ve 18 milletvekilinin; Çocukların Uçucu Maddelerin
Zararlarından Korunmasına Dair Kanun Teklifi", Komisyonumuzun
9/1/2007 Salı günkü 43'üncü toplantısındaki gündemine
alınmıştır.
Bu
arada; İstanbul Milletvekili Gülseren Topuz tarafından
hazırlanarak Başkanlığınıza sunulan
2/921 esas numaralı "Uçucu, Çözücü ve Yapıştırıcı
Maddelerin Zararlarından Çocukların Korunması Hakkında
Kanun Teklifi" ile Samsun Milletvekili Mustafa Çakır'ın
2/922 esas numaralı "Uçucu Maddelerin Kullanılmasının
Denetlenmesine Dair Kanun Teklifi"; 9/1/2007 tarihinde
Başkanlığınızca tali Komisyon olarak Komisyonumuza
havale edilmiştir. Bu üç teklif konuları bakımından
aynı mahiyette oldukları için Komisyon Toplantısı
sırasında birleştirilerek görüşülmelerine karar
verilmiştir.
Tekliflerin
Komisyonumuzda geneli üzerinde yapılan görüşmeleri
sırasında, Komisyon üyesi milletvekillerimiz tarafından,
söz konusu tekliflerde Komisyonumuzun esas Komisyon olarak belirlenmesinin
uygun olacağı görüşü dile getirilmiştir.
Teklifler
genel olarak incelendiğinde de kanun tekliflerinin amaç ve içerik
açısından Komisyonumuzu ilgilendirdiği görülecektir.
Tüm
bu nedenlerle, alt komisyona havale edilerek halen görüşmelerine
devam olunan 2/903, 2/921 ve 2/922 esas numaralı kanun tekliflerinin,
İçtüzüğün 34 üncü maddesi gereğince esas Komisyon olarak
Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonuna
havale edilmelerini arz ederim.
Prof.
Dr. Cevdet Erdöl
Trabzon
Komisyon
Başkanı
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
okunmuş bulunan tezkeredeki Sağlık, Aile, Çalışma
ve Sosyal İşler Komisyonunun talebi İçişleri Komisyonunca
uygun bulunduğundan, bu istem, İç Tüzük'ün 34'üncü maddesinin
dördüncü fıkrası uyarınca Başkanlığımızca
yerine getirilmiştir.
Bilgilerinize sunulmuştur.
Meclis araştırması
açılmasına ilişkin bir önerge vardır, okutuyorum:
B)
GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS
ARAŞTIRMASI ÖNERGELERİ
1.-
İzmir Milletvekili Hakkı Ülkü ve 46 milletvekilinin, belediyeler
ve bağlı kuruluşlarının ihalelerinin
araştırılarak etkin denetim yollarının belirlenmesi
amacıyla Meclis araştırması açılmasına
ilişkin önergesi (10/422)
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığına
Kamu İhale Kurumu'nun verilerine
göre 2004 yılında belediyelerin ve bağlı kuruluşlarının
verdiği ihalelerin toplam tutan 2.2 katrilyon iken, bu rakam
2005 yılında bir anda 6.1 katrilyona çıkmıştır.
Arada 4 katrilyon gibi çok büyük bir artış bulunmaktadır.
Buna göre belediyelerin verdiği ihalelerin toplam tutarı
KiT'leri de, Millî Savunma Bakanlığı'nı da Sağlık
Bakanlığı'nı da geride bırakarak %20'lik bir
payla ilk sıraya yükselmiş durumdadır. Türkiye'deki
3225 belediyenin yaklaşık 1900'üne AKP'li adayların seçildiği
2004 Yerel seçimleri sonrasına denk gelen bu harcamalar Dünya
Bankası yetkililerinin de dikkatini çekmiş ve 2004 yılında
10 katrilyon lira olan mahalli idarelerin yaptığı harcamaların,
2005'te bir anda 14 katrilyona çıkması karşısında
aradaki bu 4 katrilyonluk harcamanın nerede ve ne için kullanıldığını
sorgulama gereği duymuşlardır. Belediyelerin verdiği
ihalelerin aynı dönemde 4 katrilyon civarında bir artış
göstermiş olması bu paranın nerelere gittiğini
açıkça göstermektedir.
Basında çok sık konu edildiği
gibi, özellikle belediye ihalelerinin önce aynı belediyenin
kendi şirketine verilmesi, ardından da ihaleyi alan belediye
şirketinin üstlendiği işi, başka şirketlere
devretmesiyle halkın paraları usulsüzce siyasi ve ekonomik
ranta dönüşmekte, yeni zenginler yaratılmakta ve kamu zarara
uğratılmaktadır.
Öte yandan kamu gücüyle kurulmalarına
rağmen özel hukuka tabi olan belediye şirketleri, keyfi
bir şekilde siyasi oy istismarı için kullanılmakta,
çoğu belediye şirketi eşe, dosta, partililere hizmet
etmekte, adam kayırma, rüşvet ve yolsuzluklar için açık
kapı oluşturmaktadır.
Bu şekilde vasıfsız
kişilerce yönetilen bir çok belediye şirketi zarar etmekte,
borçlarını ve zararlarını temizlemek ise, devlete
yani yoksul halkımıza düşmektedir. Nitekim birer özel
hukuk kişisi oldukları sıkça ifade edilerek adeta dokunulamaz
oldukları öne sürülen bu belediye şirketlerinin kamu kurum
ve kuruluşlarına olan borçları takas ve mahsuplaşma
yoluyla ödenmeye çalışılmaktadır. Büyükşehir
belediyelerine bağlı şirketleri kapsamak üzere, gerek
5216 sayılı yasanın Geçici 3. maddesinde; gerekse bu
maddede değişiklik yapan ve 26 Aralık 2006 günü kabul
edilen 5568 sayılı yasada buna ilişkin düzenlemeler
yapılmıştır. Bu yasalarda kullanılan
"...sermayesinin %50'sinden fazlası Büyükşehir belediyelerine
ait şirketlerin..." ibaresi, açıkça bu özel hukuka tabi
oldukları öne sürülen belediye şirketlerini ifade etmektedir.
Dolayısıyla "özel" oldukları için kamu denetimine
bağlı olmadıkları öne sürülen belediye şirketlerinin
borçları, kamu olanaklarıyla ortadan kaldırılmaya
çalışmaktadır. Bu çok büyük bir çelişkidir. Bunun
gibi daha bir çok kamu olanağından yararlanan ve hem rekabet
hukuku açısından hem ülke ekonomisi açısından büyük
bir zarar neden olan belediye şirketleri, kamudaki en ciddi
"kara delik" olarak görülmektedir. Merkez Bankası
Başkanı da, Dünya Bankası temsilcileri gibi yerel yönetim
harcamalarının şeffaf olmadığını
belirterek, bu duruma dikkat çekmektedir.
Belediye şirketlerinin kamu
denetimine tabi tutularak ciddi bir zararın ve istismarın
önleneceği açıktır. Oysa, bugün hükümetin, Türkiye'deki
belediye şirketlerinin kar ve zarar durumlarını, yönetim
kurullarında kimlerin olduğunu, nasıl yönetildiklerini
ve hatta sayılarının tam olarak kaç olduğunu dahi
bilmemesi ve bu konularda herhangi somut bir adım da atmaması
TBMM'nin denetim görevini yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır.
Bu gerekçelerle, belediyelerin
ve bunlara bağlı tüm idareler, şirketler ve iştiraklerin
2005 ve 2006 yıllarında verdiği ihalelerin incelenerek,
usulsüzlüklerin saptanması ve belediyelere bağlı
şirketlerin merkezi idare tarafından denetiminin
sağlanması için alınacak yasal ve idari tedbirlerin belirlenmesi
amacıyla Anayasa'nın 98. ve İçtüzüğün 104. ve 105.
maddeleri uyarınca bir Meclis Araştırması
açılması hususunda gereğinin yapılmasını
saygılarımızla arz ve teklif ederiz.
1- Hakkı Ülkü (İzmir)
2- Nadir Saraç (Zonguldak)
3- Erdal Karademir (İzmir)
4- Orhan Sür (Balıkesir)
5- Feridun Ayvazoğlu (Çorum)
6- Feridun Fikret Baloğlu (Antalya)
7- Ali Oksal (Mersin)
8- Atilla Kart (Konya)
9- Yılmaz Kaya (İzmir)
10- Mehmet Ziya Yergök (Adana)
11- Muharrem Kılıç (Malatya)
12- Ali Rıza Gülçiçek (İstanbul)
13- Mehmet Semerci (Aydın)
14- Tuncay Ercenk (Antalya)
15- Uğur Aksöz (Adana)
16- İlyas Sezai Önder (Samsun)
17- Algan Hacaloğlu (İstanbul)
18- Ramazan Kerim Özkan (Burdur)
19- Mehmet Mesut Özakcan (Aydın)
20- Erol Tınastepe (Erzincan)
21- Sedat Pekel (Balıkesir)
22- Türkân Miçooğulları (İzmir)
23- Bülent Baratalı (İzmir)
24- Nurettin Sözen (Sivas)
25- Halil Ünlütepe (Afyonkarahisar)
26- Mustafa Özyurt (Bursa)
27- İzzet Çetin (Kocaeli)
28- Atila Emek (Antalya)
29- Ali Cumhur Yaka (Muğla)
30- Mevlüt Coşkuner (Isparta)
31- Şevket Arz (Trabzon)
32- Mehmet Işık (Giresun)
33- Mehmet Boztaş (Aydın)
34- Kemal Demirel (Bursa)
35- İsmail Özay (Çanakkale)
36- Kemal Sağ (Adana)
37- Abdulaziz Yazar (Hatay)
38- Mustafa Gazalcı (Denizli)
39- N. Gaye Erbatur (Adana)
40- Nuri Çilingir (Manisa)
41- Necati Uzdil (Osmaniye)
42- Gürol Ergin (Muğla)
43- Hüseyin Ekmekcioğlu (Antalya)
44- Mehmet Yıldırım (Kastamonu)
45- Mustafa Yılmaz (Gaziantep)
46- Yakup Kepenek (Ankara)
47- Mehmet Küçükaşık (Bursa)
BAŞKAN - Bilgilerinize sunulmuştur.
Önerge gündemde yerine alacak ve
Meclis araştırması açılıp açılmaması
konusundaki öngörüşme, sırası geldiğinde yapılacaktır.
Danışma Kurulu önerisi
vardır, okutup, oylarınıza sunacağım.
V.
- ÖNERİLER
A)
DANIŞMA KURULU ÖNERİLERİ
1.-
(11/8) esas numaralı gensoru önergesinin gündeme alınıp
alınmaması hususundaki ön görüşmelerin Genel Kurulun
13/2/2007 Salı günkü birleşiminde yapılmasına
ilişkin Danışma Kurulu önerisi
Danışma Kurulu Önerisi
No:213 Tarihi: 13.2.2007
9.2.2007 tarihli Gelen
Kâğıtlar Listesinde yayımlanan ve bastırılarak
dağıtılan İçişleri Bakanı Abdülkadir AKSU
hakkında 11/8 Esas Numaralı Gensoru Önergesinin Gündeme
alınıp alınmaması hususundaki görüşmelerinin
Genel Kurulun 13.2.2007 Salı günkü Birleşiminde yapılmasının
Genel Kurulun onayına sunulması Danışma Kurulunca
uygun görülmüştür.
Bülent
Arınç
Türkiye
Büyük Millet Meclisi
Başkanı
Eyüp
Fatsa K. Kemal
Anadol Ömer Abuşoğlu
AK
Parti Grubu CHP
Grubu Anavatan Partisi Grubu
Başkanvekili Başkanvekili Başkanvekili
BAŞKAN - Danışma Kurulu
önerisi lehinde söz isteyen Ümmet Kandoğan, Denizli Milletvekili.
Sayın Kandoğan, süreniz
on dakikadır.
ÜMMET KANDOĞAN (Denizli) - Sayın
Başkan, değerli milletvekilleri; sizleri saygıyla selamlıyorum.
Bu haftaki Meclis çalışmalarımızın milletimiz
ve memleketimizin hayrına vesile olmasını temenni
ediyorum.
Bugün, çok önemli bir gündem maddesiyle
toplanıyoruz. Anavatan Partisi Grubunun İçişleri Bakanımız
hakkında vermiş olduğu gensoru önergesini görüşeceğiz.
Uzun zamandan beri Türkiye'de çok ciddi asayiş problemleri yaşanıyor.
Bu Hükûmetin işbaşına geldiği günden beri
İçişleri Bakanlığı görevini deruhte eden Sayın
Bakanımızla ilgili verilen bu gensorunun içeriğine
bakacak olursak, özellikle Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak
alınması gereken tedbirlerin alınmadığı,
ülkenin ciddi manada bir kaos içerisine girdiği şeklinde,
bir Sayın Bakan hakkında ciddi eleştiriler yapılıyor.
Şimdi, Sayın Bakanımız,
hem 58'inci hem de 59'uncu Hükûmetlerde İçişleri Bakanlığı
görevini sürdürüyor. Bu dönemde Hablemitoğlu cinayeti
işlenmiş, bu dönemde terör Türkiye'nin değişik yörelerinde
can almaya devam etmiş, bu dönemde bir Danıştay üyesi,
Türk siyasi tarihinde ilk defa, duruşma anında menfur bir
suikast sonucu hayatını kaybetmiş, yine bu Hükûmet döneminde,
geliyorum denen bir cinayet, daha önceden ilgili mercilere ikaz
yazıları yazılmış olmasına rağmen
ve mahkeme safahatında da çok çeşitli saldırılara
maruz kalan bir genel yayın yönetmeni, güpegündüz, İstanbul'un
en işlek caddelerinde vurularak hayatını kaybetmiştir.
Danıştay saldırısını,
şöyle hafızalarımızı yoklayacak, değerlendirecek
olursak, daha o gün, daha o gün, Başbakan Yardımcısı
Sayın Mehmet Ali Şahin, çıkıp televizyon ekranları
karşısında "sürprizlere hazırlıklı
olun" açıklamasını yaptı. Hafızalarımızı
tazeleyelim. Daha cinayetin üzerinden dört saat geçmiş, elde
hiçbir ciddi bilgi ve bulgu yok, bu Hükûmetin bir Bakanı, Başbakan
Yardımcısı çıkıp "sürprizlere hazırlıklı
olun" açıklamasını yapıyor. Sanki elinde çok
gizli yerlerden gelmiş bilgiler ve belgeler varmışçasına
böyle bir açıklamada bulunuyor.
Ben, şimdi, buradan, hem Sayın
İçişleri Bakanımıza hem Sayın Mehmet Ali
Şahin'e soruyorum: Ne oldu? Danıştaydaki bu menfur saldırının
neticesi ne olmuştur? Sayın Başbakan "Ucu nereye
kadar giderse gitsin, üzerine gideceğiz." demişlerdi,
ama bugün Danıştay saldırısının neticesinde
elimizde hangi bilgiler, hangi bulgular, hangi neticeler var Allah
aşkına, sizlere sormak istiyorum. Yine, Türkiye'nin gündemine
bomba gibi düşen bir cinayetle ilgili olarak, maalesef, Sayın
Başbakan, her konuda olduğu gibi böyle önemli bir konuyu
da bir "derin devlet" senaryosu içerisinde bir yerlere havale
etmenin gayreti içerisinde ve telaşı içerisindedir. Siz,
dört buçuk yıldan beri bu ülkeyi yöneten bir Başbakan olarak,
dört buçuk yıldan beri bu ülkeyi yöneten bir Başbakan olarak
ve bu cinayetle ilgili olarak, devletin istihbarat kuruluşlarına
ve emniyet müdürlüklerine bu konuyla ilgili ihbarlar yapılmış
iken bunun tedbirini almayacaksınız, bu genel yayın
yönetmeninin hayatını koruyamayacaksınız ve
sonra da çıkıp milletin karşısında, bu tür cinayetleri
derin devlete havale edeceksiniz. Varsa elinizde böyle bir bilgi,
belge, doküman, çıkın ortaya, söyleyin Sayın Başbakan.
Emniyetin istihbaratı, Jandarmanın istihbaratı,
MİT'in bütün organlarıyla size bağlı olduğu
bir dönemde, böyle bir görevi yapan bir Başbakanın, çıkıp
milletin karşısında, ne idiği belirsiz, ne olduğu
belirsiz bir derin devlete bu cinayeti yıkmasının altında
biz başka maksatlar arıyoruz. O nedenle, bir Başbakan
cinayetleri böyle yerlere havale etmez, bunun üzerine gider, buradan
söylüyorum. Derin devletle ilgili hangi bilgiler, belgeler elinizde
varsa Sayın Başbakan, gidiniz, gidiniz üzerine, gidiniz
üzerine ki, yeni cinayetler işlenmesin, yeni ocaklar sönmesin,
yeni gözyaşları akıtılmasın. Bu ülkenin birinci
derecede emniyetinden, asayişinden sorumlu olan insan, Sayın
Başbakan ve onun emrinde çalışan Sayın
İçişleri Bakanıdır.
Bakınız, bugün bütün gazetelerde
var. Türkiye'de kaç dakikada bir hırsızlığın
olduğu, gasbın olduğu, kapkaçın olduğu, fuhşun
olduğu, cinayetin olduğu bugün bütün gazetelerde yer
alıyor. Artık, şehirlerimizde vatandaşlarımız
can ve mal emniyetinden emin olmadıklarını haykırıyorlar.
Büyük şehirlerde hayat yaşanılmaz bir hâle geldi. Ee,
böyle bir dönemde İçişleri Bakanıyla ilgili gensoru
verilmeyecek de ne zaman gensoru verilecek değerli milletvekilleri?
Daha memleket ne kadar kan gölü hâline gelecek? Gasp, kapkaç, hırsızlık,
uyuşturucu, fuhuş daha ne kadar büyük boyutlara ulaşacak
ki ondan sonra bir gensoru verilecek?
Bakınız, böyle önemli bir
dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü aylardır boş. Bu ülkenin
en önemli kurumlarının başında olan Emniyet Genel
Müdürlüğü görevine, bu Hükûmet, maalesef, daha bir atama bile
yapamamıştır, vekâletle idare edilmektedir. Vekâlet, elbette,
asil olanın, asaleten bu görevi yürütenin bütün haklarına
sahiptir, ancak, böyle önemli bir makama, böyle önemli bir göreve getirecek
bir insan mı bulamıyorsunuz? Göstermelik olarak, Trabzon
Valisini, Trabzon Emniyet Müdürünü görevden alarak toplumu susturmaya
mı çalışıyorsunuz? Böyle önemli bir cinayeti, cinayetin
failiyle resim çektiren üç-beş kamu görevlisinin üzerine
yıkarak aradan sıyrılmaya mı çalışıyorsunuz?
Aradan sıyrılmaya mı çalışıyorsunuz? Bunun
sorumluluklarını o üç-beş kamu görevlisinin üzerine
yıkmak mı istiyorsunuz? Ama, bütün gelişmiş ülkelerde,
demokrasinin tam hâkim olduğu ülkelerde, hukukun gerçekten o
ülkeye hâkim olduğu devletlerde, bütün bu olup bitenlerden sonra,
İçişleri Bakanının şapkasını çıkarıp,
önüne koyup bir vicdan muhasebesi yapması gerekir değerli
milletvekilleri. Bir vicdan muhasebesi yapılması lazım,
çünkü "geliyorum" diyen bir cinayet işlendi ülkede ve
cinayetin neticesinde, dünya üzerinde Türkiye aleyhinde o kadar
kampanyalar geliştirecekler ki, bu cinayeti önleyememenin
faturasını 73 milyon insan, hepimiz çekeceğiz.
Bakınız, işte, Amerikan
Temsilciler Meclisinde sözde Ermeni soykırımıyla ilgili
getirilen tasarı hepimizin gözleri önünde ve öyle sıkıntılı
bir dönemden geçiyoruz ki, Sayın Gül, Amerika'yı ikna etmek
için giden Sayın Gül, Amerika'dan ikna edilmiş bir vaziyette
geri dönüyor. Türkiye'nin Dışişleri Bakanı -altını
çizmek istiyorum- Temsilciler Meclisi Başkanından randevu
alamıyor, Dış İlişkiler Komisyonu Başkanından
randevu alamıyor, Senato Çoğunluk Komisyonu Başkanından
randevu alamıyor. Böyle bir Dışişleri Bakanına
sahibiz. 73 milyonluk dev bir ülke olan Türkiye'nin Dışişleri
Bakanının Amerika'daki düştüğü manzaraya bakın
değerli milletvekilleri!
AHMET YENİ (Samsun) - Ayıp
şeyler, ayıp!
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) - Yüreğimiz
sızlıyor, vicdanımız sızlıyor. Nasıl
olur da bir dışişleri bakanı bu kişilerden randevu
alamaz! Nasıl alamaz? Niçin alamaz?
AHMET YENİ (Samsun) -
Ayıp, ayıp!
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) -
Ayıpsa bu sizin ayıbınız, ayıpsa bu Dışişleri
Bakanının ayıbı, milletin ayıbı değil
Sayın Milletvekili.
BAŞKAN - Sayın Kandoğan
Sayın Kandoğan
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) -
Bu, elbette
ÖZKAN ÖKSÜZ (Konya) - Saygılı
ol!
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) - Değerli
milletvekilleri, Türkiye Cumhuriyeti devleti, geçmişten günümüze
dünyaya nizam veren ülke olmuştur, her zaman fikri, görüşü
alınan bir ülke olmuştur.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Kandoğan,
lütfen toparlar mısınız.
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) - Toparlıyorum.
BAŞKAN - Buyurun.
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) - Bakınız
-elinizi vicdanınıza koyunuz- bütün dünya üzerindeki gelişmeler
karşısında Türkiye'nin herhangi bir aktif rol oynaması
söz konusu mudur? Türkiye'nin dünya üzerindeki herhangi bir noktada
görüşünü açık ve net bir şekilde ortaya koyabildiği
ve bu görüşün diğer ülkeler tarafından değerlendirilmesi
söz konusu mudur? İşte Irak meselesi. Irak'a bu Hükûmet dürbünle
bakıyor, dürbünle. Hem de dürbünün tersiyle bakıyor. Bütün
olup bitenler karşısında ülkemizde bu Hükûmetin aktif
bir politikası var mı? Sayın Başbakan grup konuşmalarında
esip gürlüyor, ama, ertesi günü Amerika'nın Irak Büyükelçisi
ile Ulusal Meclis Başkan Yardımcısı Irak'tan cevap
veriyorlar: "Siz Irak'ın iç işlerine karışmayın.
Bu, Irak'ın iç işleridir. Kerkük'teki referandum da zamanında
yapılacaktır." Şimdi siz 73 milyonluk bir ülkenin
başbakanı olarak konuşacaksınız, ama, ertesi
günü, sizlerin muhatabı bile olması söz konusu olmayan
insanlar sizin bu konuşmanıza cevap olarak çok
ağır sözlerle 73 milyonluk bir ülkeyi rencide edecek sözler
söyleyecekler. Bunu kabul etmemiz mümkün değildir.
Bütün bu meselelerin üstesinden
gelebilmek, ülkeyi bir huzurlu ülke hâline getirebilmek, cinayetlerin
önüne geçebilmek, gasbı, kapkaçı, hırsızlığı,
uyuşturucu, fuhuş meselesini gündemden çıkaracak,
terör meselesini kökünden kazıyacak bir içişleri bakanına,
bir hükûmete ihtiyacımız olduğu inancımı bir
kez daha ifade ediyor, yüce heyetinizi saygıyla selamlıyor,
Danışma Kurulu önerisinin lehinde olduğumu ifade
ediyorum. (Anavatan Partisi sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Kandoğan.
Başka söz talebi yok.
Öneriyi oylarınıza sunuyorum:
Kabul edenler
Kabul etmeyenler
Öneri kabul edilmiştir.
Alınan karar gereğince
gündemin "Özel Gündemde Yer Alacak İşler" kısmına
geçiyoruz.
Bu kısma alınan, Anavatan
Partisi Grubu Adına Grup Başkanı Isparta Milletvekili
Erkan Mumcu ile Grup Başkan Vekilleri Malatya Milletvekili Süleyman
Sarıbaş, Ankara Milletvekili Muzaffer R. Kurtulmuşoğlu
ve Gaziantep Milletvekili Ömer Abuşoğlu'nun, terör ve asayiş
olaylarındaki artış ve ahlaki çöküntüye karşı
gerekli önlemleri alamadığı, toplumda ayrışma
ve huzursuzluğa neden olduğu, KÖYDES Projesi ve mahalli
idarelerin yetersiz denetim sonucu kamu kaynaklarının
kullanımını tartışmalı hale getirdiği
iddiasıyla İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu hakkında
Anayasa'nın 99'uncu ve İç Tüzük'ün 106'ncı maddeleri uyarınca
bir gensoru açılmasına ilişkin (11/8) esas numaralı
Gensoru Önergesi'nin gündeme alınıp alınmayacağı
hususundaki görüşmelere başlıyoruz.
VI.
- GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE
MECLİS
ARAŞTIRMASI
A)
ÖN GÖRÜŞMELER
1.-
Anavatan Partisi Grubu Adına Grup Başkanı Isparta Milletvekili
Erkan Mumcu ile Grup Başkanvekilleri Malatya Milletvekili Süleyman
Sarıbaş, Ankara Milletvekili Muzaffer R. Kurtulmuşoğlu
ve Gaziantep Milletvekili Ömer Abuşoğlu'nun, terör ve asayiş
olaylarındaki artış ve ahlaki çöküntüye karşı
gerekli önlemleri alamadığı, toplumda ayrışma
ve huzursuzluğa neden olduğu, KÖYDES projesi ve mahalli
idarelerin yetersiz denetimi sonucu kamu kaynaklarının
kullanımını tartışmalı hâle getirdiği
iddiasıyla İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu hakkında
gensoru açılmasına ilişkin önergesi (11/8)
BAŞKAN - Hükûmet? Yerinde.
Önerge daha önce bastırılıp
dağıtılmıştır.
Şimdi gensoru önergesini okutuyorum:
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığına
Ülkemizde, 58. ve 59. Hükümet döneminde,
terör ve asayiş olaylarındaki artış, ahlaki çöküntü
ve asayiş önlemlerinin alınamaması nedeniyle, toplum
genel bir ayrışma, yarılma ve kargaşa ortamına
doğru sürüklenmiş ve bu yüzden halkımız her türlü
provokasyonlara açık hale gelmiştir.
Bu nedenle, İçişleri Bakanı
Sayın Abdülkadir Aksu hakkında Anayasanın 99 ve Türkiye
Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün 106'ncı maddesi uyarınca
gensoru açılmasını arz ve talep ederiz.
Erkan
Mumcu Süleyman
Sarıbaş
Isparta Malatya
Anavatan
Grup Başkanı Anavatan
Grup Başkanı Vekili
Muzaffer
R. Kurtulmuşoğlu Ömer
Abuşoğlu
Ankara Gaziantep
Anavatan
Grup Başkanı Vekili Anavatan
Grup Başkanı Vekili
Gerekçe
İçişleri Bakanlığı
Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 2 nci maddesine göre;
Bakanlık, yurdun iç güvenliğini ve asayişini, kamu düzenini
ve genel ahlakı, Anayasada yazılı hak ve hürriyetleri
korumak ve suç işlenmesini önlemek, suçları takip etmek
ve yakalamakla görevli ve sorumludur.
Ancak İçişleri Bakanı
Sayın Abdülkadir Aksu'nun 58. ve 59. hükümette İçişleri
Bakanlığı görevini yürüttüğü dönem; ülkede iç
huzuru bozan, halkta infial uyandıran ve ayrışmaya neden
olan kargaşaların ve cinayetlerin yaşandığı,
gasp ve tecavüz olaylarının arttığı ve maalesef
Bakanlığın gereken önlemleri alamadığı
gibi suçların arkasındaki gerçek odaklara da ulaşılamadığı
bir dönem olmuştur.
Ülke genelinde yaşanan asayiş
olaylarındaki geometrik artışın durdurulması
ve gerekli tedbirlerin alınması için Grubumuzca 27.06.2006
tarihinde TBMM Başkanlığına verdiğimiz Genel
Görüşme önergemiz, bu güne kadar görüşülememiş ve halen
TBMM gündeminde beklemektedir. Gerekli uyarı ve önerilerimize
rağmen kargaşa ortamının devam etmekte olması
karşısında, bu defa sorunu Gensoru Önergesi haline
getirip Sayın İçişleri Bakanına milletimizin güvensizliğini
ortaya koymak zorunlu olmuştur.
Sayın İçişleri Bakanının
dönemi; ne yazık ki terörün, asayiş olaylarının,
töre cinayetlerinin, ahlaki çöküntünün ve fuhuş olaylarının
geometrik olarak artış gösterdiği yıllar olmuştur.
İçişleri Bakanlığı genel asayişin
sağlanmasında da acziyet içerisindedir. Halk sokağa
çıkamaz, yolda yürüyemez, can ve mal güvenliği sağlanamaz
hale gelmiştir. Ayrıca İçişleri Bakanlığının
önleyici ve koruyucu işlevlerini yerine getirememesinden
dolayı yaşanan olaylar vatandaşta devlete karış
güven zaafı oluşturmuştur.
Sayın İçişleri Bakanı
görevi sıfır terörle devraldığı halde, gelinen
noktada ülkeyi bölünme korkusu yaşatacak bir vaziyete getirmiştir.
Terör, fuhuş, çocuk istismarı, gasp gibi toplumda infial
uyandıran olaylardaki artış, Devletimizin dayanak
noktası olan halkımızda genel çöküntü yaşanmasına
neden olmuş ve toplum ayrışmaya başlamış,
yönlendirilmeye ve provokasyona açık hale gelmiştir.
Sayın İçişleri Bakanı
Abdülkadir Aksu'nun dönemi içeride ve dışarıda ülkemizin
itibarını zedelemeye yönelik cinayetlerin ve karışıklıkların
dönemi olmuştur. İçişleri Bakanlığı en
temel görevlerinden olduğu halde, geliyorum diyen suçların
işlenmesini dahi önleyememektedir. 19 Aralık 2002 günü
yazar Necip Hablemitoğlu cinayeti işlenmiştir. Danıştay
tarafından verilen bir karardan sonra gerek Danıştay
ve gerekse karar veren hâkimler hedef gösterilmesine rağmen yeterli
güvenlik önlemleri alınmamış ve saldırı sonucu
bir değerli yargıcımız hayatını kaybetmiş,
diğer daire üyeleri ise yaralanmışlardır. Bakanlık
saldırıyı önleyemediği gibi saldırı
sonrasında faillerin arkasındaki suç odaklarına veya
azmettiricilerine de ulaşamamıştır.
Yine 16 yaşında bir çocuk
10 milyar değerindeki silahı alıp Rahip Andrea Santoro'nun
yaşadığı kilisenin kapısına dayanıp
onu öldürmüştür. Suç takibinin yapılamaması, daha
sonraki cinayet ve kargaşaların oluşmasına zemin
hazırlamıştır. Son olarak gazeteci Hrant Dink, Bakanlıkça
koruma önlemlerinin alınmaması ve yönetim zafiyeti nedeniyle
istihbari bilgilerin gözardı edilmesi nedeniyle sokak ortasında
öldürülmüş ve sadece tetikçiyle birlikte birkaç kişinin
yakalanması ile olayın çözüldüğü intibaı kamuoyuna
verilmeye çalışılmıştır.
İçişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu'nun görevindeki yetersizliği ve kötü yönetimi, terör,
asayiş, kargaşa ve cinayet hadiselerini dayanılmaz
boyutlara taşırken, ülkemizde huzurun kaynağı
olan Emniyet teşkilatında bölünmelere, kadrolaşmaya,
görevlilerin birbirine güven duymamasına neden olmuştur.
Güvenlik güçlerimizin kendi aralarında işbirliği ve
koordinasyon içerisinde çalışmaları gerekirken kötü
yönetim nedeniyle aralarında bir iletişimsizlik hatta çatışma
olduğu yönünde güçlü emareler ortaya çıkmıştır.
Öte yandan İçişleri Bakanlığının
denetimindeki, KÖYDES Projesi Belediyeler, BİT'ler ve diğer
mahalli birimler yeteri kadar denetlenmediğinden, kamu kaynakları
ayrımcı bir anlayışla ve israfla kullanılmış
ve hatta bunlar tarafından kullanılan kaynakların birçok
yolsuzluğun da konusu haline geldiği ülkede yoğun
bir şekilde tartışılır olmuştur.
Bu sebeplerle, görevini hakkıyla
yerine getiremeyen İçişleri Bakanı Sayın Abdülkadir
Aksu hakkında, Anayasanın 99 ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
İçtüzüğü'nün 106 ncı maddesi uyarınca gensoru
açılması ihtiyacı doğmuştur.
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
Anayasa'nın 99'uncu maddesine göre, bu görüşmede, önerge
sahiplerinden bir üyeye, siyasi parti grupları adına birer
milletvekiline ve Bakanlar Kurulu adına Başbakan veya
bir bakana söz verilecektir.
Konuşma süresi, önerge sahibi
için on dakika, gruplar ve Hükûmet için yirmişer dakikadır.
Şimdi, söz alan sayın üyelerin
isimlerini okuyorum: Önerge sahibi olarak Süleyman Sarıbaş,
Malatya Milletvekili. Grupları adına: Cumhuriyet Halk Partisi
Grubu adına Atilla Kart, Konya Milletvekili; AK Parti Grubu
adına Aziz Akgül, Diyarbakır Milletvekili. Hükûmet adına:
Abdülkadir Aksu, İçişleri Bakanı.
İlk söz, önerge sahibi ve aynı
zamanda Anavatan Partisi Grubu adına söz isteyen Süleyman Sarıbaş,
Malatya Milletvekili.
Sayın Sarıbaş, süreniz
otuz dakikadır.
Buyurun. (Anavatan Partisi
sıralarından alkışlar)
ANAVATAN PARTİSİ GRUBU
ADINA SÜLEYMAN SARIBAŞ (Malatya) - Teşekkür ediyorum Sayın
Başkan.
Sayın Başkan, parti grubumuz
olarak İçişleri Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu hakkında
Anayasa'nın 99 ve İç Tüzük'ün 106'ncı maddeleri gereğince
gensoru önergesi vermiştik, gerek önerge sahibi olarak gerek
partim grubu adına sözlerime başlarken yüce heyeti, yüce
Meclisimizi ve milletimizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlar, herkesin
bildiği gibi, ülkede bir suç işlenirse bu suçun önce hukuki
sorumluları olur, yani bu işi azmettirenler, bu işin tetikçileri
olur ve -hukuki sorumluluk sahiplerini- cumhuriyet savcılığımız,
yargımız mutlaka gerekli soruşturmayı yapar.
İdari sorumluları olur gerekli tedbirleri almayan, valisi
olur, Emniyeti olur, başkaları olur, idari sorumluları
olur, idari sorumluları da müfettişlerimiz, denetim kurumu
elemanlarımız gerekli araştırmaları yapar
ve kanunun verdiği yetkiye göre disiplin cezaları olur.
Bir de, her olayın siyasi sorumlusu vardır ve siyasi sorumlunun
bu millete hesap vermesi için öngörülen yol, öngörülen metot Türkiye
Büyük Millet Meclisidir. Yani, demokrasilerde olayların siyasi
sorumlularının muhatap olacağı yer, millet
adına Türkiye Büyük Millet Meclisidir ve Millet Meclisine hesap
vermesi gerekir. Siyasetin hesap sorduğu yerin adı Meclistir.
Biz istedik ki, Türkiye'de bu olaylar
olunca hiç bu siyasi hesap sorma yöntemine gitmeden, öncelikle daha
önce verdiğimiz bir Meclis genel görüşme talebimizle
-27/6/2006'da vermişiz- gündeme alınsın ve ülkedeki asayiş
olayları, ahlaki çöküntü ve toplumda ayrışma hisleri
yaratan, toplumu provokatif eylemlere açık hâle getiren konuları
bu Meclis müzakere etsin, önlemleri tartışsın ve ona
göre de devletimiz gereğini yapma kudretini ortaya koysun.
Ancak, her zaman olduğu gibi, AK Partinin çoğunluk oylarıyla
o gün bu görüşmeyi yapamadığımız için, yani
altıncı aydan bugüne yaklaşık dokuz aylık dönemde
Türkiye'de 700 bin asayiş olayı meydana geldi. Türkiye'de derin
yaralar açan, toplumda infial uyandıran ve toplumu "nereye
gidiyoruz" sorusuyla karşı karşıya getiren
hadiseler oldu. Stadlarda insanlar, neredeyse iki-üç provokatörün
ağzından çıkacak laflarla, Allah korusun, kan gövdeyi
götürecek bir pozisyona yaklaştılar. Ülkenin bir tarafında,
artık devlet var mı yok mu, devletin gücü hissediliyor mu,
bu, çok belli değil. Dolayısıyla, gensoruyu niye verdiniz
derseniz, işte, gensoruyu, dört yıldır bu ülkede yaşanan
ve ülkenin, bir korku cenneti
Daha dün, denizaşırı ülkelerin
yayınladığı bir deklarasyonda, Türkiye'nin asayiş
yönünden emniyetli bölge olmadığı, gidenlerin birkaç
defa düşünmesi gerektiği yolundaki uyarılarına
da bakarsak, Türkiye'nin bir korku cennetine, bir suç sarmalına
büründüğü ve yetkililerin bunu nasıl önleyeceklerini
bir türlü akıl edemedikleri bir durumla karşı karşıyayız.
Gazetelerden bahsetmeyeceğim.
Bir haftadır gazeteler, Türkiye'de nelerin olduğunu gayet
yazıyor. Gazetelerin yazmasına gerek yok, bu Mecliste bulunan
ve televizyonları başında bizi dinleyen herkesin evine
veya iş yerine mutlaka bir hırsız uğramış;
mutlaka, Kızılay'a alışverişe çıkan hanımlarımızın,
Taksim'e alışverişe çıkan hanımlarımızın
mutlaka çantaları gasbedilmiş; mutlaka, İstanbul'da
yaşayan taksi şoförlerimiz, Ankara'da yaşayan taksi
şoförlerimiz, müşteri alırken, müşterinin kimliğini,
adresini teyit ettirmeden alamamanın korkusunu yaşamış
ve büyük de gösteriler yapmışlar. Türkiye öyle bir duruma
gelmiş ki dört senelik dönemde, devletin varlığı
hissedilmediği gibi, asıl önemli olan şey, benim ülkem,
benim devletim, benim hakkıma tecavüz olursa, hukukuma tecavüz
olursa, malıma tecavüz olursa, benim bir devletim var ve benim
bu devletim bunun gereğini yapar anlayışından
toplum yavaş yavaş uzaklaşmış ve kendi başının
çaresine bakmak gibi nahoş bir duruma gelmiş.
Değerli arkadaşlar, bugün
Türkiye'de son dört yılda istihdam sağladığınız
en büyük iş özel güvenlik kuruluşları. Bakın, özel
güvenlik kuruluşu elemanlarının sayısı olağanüstü
artmış. Her yerde var. İş yerlerinde var, marketlerde
var, bankalarda var, sitelerde var, her yerde özel güvenlik kuruluşları
elemanlarıyla insanlar kendi güvenliklerini devlete güvenmedikleri
için bihakkın tahsis etmeye başlamışlar. Kimler?
Bu özel güvenlik kuruluşlarına yeterli ödemeyi yapabilecek
güçte olanlar. Oysa bu toplumun 60 milyonunun böyle bir olanağı
yok. Yani parasıyla kendisine güvenlik mensubu, güvenliğini
sağlayacak eleman istihdam etme olayı yok. Zaten olamaz da.
Biz devleti niye kurduk? İnsanlar
devleti niye kurarlar? Devlet, o coğrafyada birlikte yaşama
arzusunda olan insanların ortak iradesiyle kurulmuş örgütlü
varlığın adı. Peki, siz bu örgütlü varlığın
örgütünü milletin güvenliğine, milletin selametine, milletin
hayrına kullanamaz, tamamen kendi iradeniz, kendi kadrolaşmanız
doğrultusunda, hatta hatta kendi içlerinde çatışma
ortamı yaratarak bizatihi kendisinin varlığını
güvenliğin meselesi hâline getirirseniz, bu ülkede insanların,
Anadolu'nun garip insanlarının vergileriyle ayakta tutmaya
çalıştıkları devletleri kendilerini koruyamıyor
duygusuna kapıldıkları an, işte o an, bu devletin
itibarının, bu devletin onurunun zedelendiği andır.
Onun için, bu ülkeyi bu duruma getirenlerin bir hesap vermesi gerekir.
Siyaseten bir hesap vermesi gerekir. Bu Meclisler bunun için kurulmuş.
Siyasi sorumlulardan hesap sorsunlar diye kurulmuş.
Mesela, Sayın Bakanım,
Türkiye'de bu cinayetler olmasaydı biz bu gensoruyu verir miydik?
Veya, mesela, Sayın Bakanım, gerek kalır mıydı,
gerek olur muydu? 2006 yılında, Türkiye'de -dikkat edin arkadaşlar-
800 bin, mala ve cana karşı cürüm işlenmiş, suç
işlenmiş. Hükûmeti devraldığınızda bu sayı
230 bin idi. Dört senede, geometrik bir artışla, buraya gelmiş.
2007'de, muhtemeldir ki, 1 milyon 200 bin vatandaşımız,
bir asayiş olayıyla, asayiş tecavüzüyle karşı
karşıya kalacak.
Eskiden hiç olmayan İnternet
sitelerindeki ahlaki çöküntü, çocuk suçlarının artması
Örnekler vereyim Sayın Bakanım, İstanbul'da, 2006
yılında, 11.900 çocuk suçu
Emniyet Müdürlüğünün arşivlerinde
var, sitelerinde var, çocuk pornografisi suçlarını
alışkanlık hâline getirmiş, itiyat hâline getirmiş
bir suç zanlısı, 22 defa gözaltına alınmış
ve tutuklanmamış.
İstanbul'da 3.700 İnternet
sitesi var, İnternet kafe var ve burada, sıfır-on sekiz
yaş arası demeyeyim, altı-on sekiz yaş arası,
yılda 1 milyon çocuk, bu tür suçlarla tanışır hâle
gelmiş.
Devletin bir görevi var arkadaşlar,
devlet bir şey yapar. Devlet ne yapar? İnsan, devletinden ne
ister? Huzur ister. Huzur ister, akşam başını yastığa
koyduğu zaman, güvenlik içerisinde, rahatlık içerisinde,
bir devleti olduğu anlayışıyla, güveniyle, inancıyla
huzurlu uyumak ister. Birincisi budur. Bu varsa, bir devleti olduğuna,
bir milleti olduğuna inanır.
İkinci bir şey ister: Refah
ister, zenginlik ister, herkes kadar ve herkes gibi, bir sıcak
çorbası kaynasın ister ve herkes gibi, bir sosyal güvenliği
olsun ister ve herkes gibi, alan el değil, veren el olmak ister.
Şimdi, bir ülkede, 20 milyon
insan, Sayın Bakanın açıklamasıyla 19 milyon insan,
Sayın Abdüllatif Şener Bey'in açıklamasıyla 19 milyon
insan, eğer, şayet, yoksulluk sınırının altındaysa,
yani refahtan pay alamamışsa, yani sizin böbürlenerek söylediğiniz
o 5.500 dolarların onda 1'ini değil, yirmide 1'ini yılda
kazanamıyorsa, bu ülkede asayiş önlemlerini, polisiye
tedbirlerini almanın imkânı var mı, hukuku var mı?
Bunu yapmadınız. Bunu yapmayınca, gelir dağılımındaki
bu bozuk adaletsizlik ve bu bozuk düzen, maalesef, öteki Türkiye,
ara sokaklar
Bir hanımefendinin söyleyişiyle, geride kalan
sokaklardaki insanları çaresizliğe, umutsuzluğa ve
maalesef, suç tacirlerinin elinde malzeme olmaya doğru iterken,
devlet olarak hiçbir şey yapmadık. Hiçbir şey yapmadık.
Şimdi, arkadaşlar, Sayın
Bakanım; kutsalları vardır insanların. Sorumluluk
sahibi insanların kutsalları vardır. Yani, bir siyasetçinin
kutsalı: 1) koltuk, 2) deri koltuk, 3) koltuk oğlu koltuk, değildir,
olamaz da. Nedir mesela? Sayın Bakanım, sizin limitiniz nedir,
standardınız nedir? Bir ülkede içişleri bakanı
hangi olaylar olursa istifa eder? Veya, İçişleri Bakanı
asayiş işleriyle ilgilenmez, o hiçbir zaman istifa etmez,
her gelen hükûmetin bakanıdır, diye Anayasa'da bir madde mi
var? Gelin deyin ki: Kardeşim, benim bu konudaki standardım
yıllık 4 milyon suç, 800 binle falan istifa etmem, yıllık
4 milyon suç olursa hayhay, istifa ederim. Bilelim yani. Bir bilelim,
kıstasınızı bir görelim. Veya deyin ki: Hrant Dink
olmaz, 10 tane Hrant Dink lazım benim istifa etmem için. Ona da saygı
duyalım, millet de bilsin ama.
Gensoruyu Hrant Dink olayından
on gün sonra verdik, on beş gün sonra verdik. Dedik ki, bu ülkede
hâlâ erdem denilen şeyler var, hâlâ onur denilen şeyler var,
bunun siyasi sorumluları erdemli insanlardır, erdemli
insanlar olmaları gerekir, herhâlde istifa ederler, böyle bir
gensoruya gerek kalmaz. Ama, ne yazık ki, o makamlar bırakılmıyor.
Niye bırakılmıyor? Söyleyeceğim niye bırakılmadığını.
Değerli arkadaşlar, hemen şuradan söyleyeyim, bir Bakanın
ağzıyla söyleyeyim. Diyor ki bir Sayın Bakan:
"İki buçuk yıllık sürede, otuz altı ülkenin kayıtlarına
göre, Türkiye'ye gönderilen petrol miktarı değer itibarıyla
28 milyar dolardır. Ülkemiz kayıtlarına göre ise giren
petrolün değeri 9,3 milyar dolardır. Yani iki buçuk yıllık
dönemde 18 milyar dolarlık fark vardır ve bu, kaçak yollarla
girmiştir. Yıllık 7,5 milyar dolardır." Kim diyor?
Abdüllatif Şener Bey diyor.
Şimdi, bu ülkenin sınırlarından
yıllık 7,5 milyar dolarlık kaçak petrol giriyor, 1,5 milyar
dolarlık şeker giriyor, 2,5 milyar dolarlık sigara giriyor,
500 milyon dolarlık çay giriyor ve bu ülkede Gümrük Müsteşarlığı
denilen, İçişleri Bakanlığı denilen kurumlar
var ve o kurumlar, bu haksız rekabeti, bu haksız kazancı
ve bu haksız kazancın hangi çete örgütlerine, hangi mafya
örgütlerine gittiğini biliyor, gereğini yapmıyor,
ama, Bakanlıkta da, deri koltukta da kuzu kuzu oturuyor.
Şimdi, bunun siyasi sorumlusundan
hesap sormayacağız, gensoru vermeyeceğiz de
Kamuoyunda
bazen duyuyorum: "Canım, zaten çoğunlukları var,
niye gensoru veriyorsunuz? Çoğunlukları var, reddolacak."
Evet, reddedeceksiniz, çoğunluğunuz
var, ama, bu milletin de vicdanı var. Bunu bilmesi lazım bu
milletin. Birilerinin, bunu bu millete söylemesi lazım. (Anavatan
Partisi sıralarından alkışlar) 7,5 milyar dolarlık
petrol kaçakçılığının kimlerin cebine gittiğinin
hesabını birinin vermesi lazım.
On defa söyledik, Sayın Bakan
şu Habur'un yerini bir değiştirin, dedik. Değiştiremediniz,
cesaret dahi edemediniz. Niye? Orada bir düzen kurulmuş.
İşte, biraz önce saydığım 20 milyar doları
bulan kaçakçılık düzeninin elemanları var.
İstanbul
İstanbul'da her
türlü çeteleşmenin, her türlü mafyalaşmanın devam ettiği
emniyet kayıtlarında, emniyetin size sunduğu raporlarda
var. Ama, katilin menşei (Vali, Emniyet Müdürü alınıyor.)
dokuz ay evvel ihbar edilmesine rağmen, "Beni öldürecekler,
güvenliğimi alın." demesine rağmen, bağıra
bağıra gelen bir hadisenin emniyetini, güvenliğini
almayan Vali ve Emniyet Müdürü İstanbul'da duruyor. Soruşturma
açtınız Emniyet Müdürüne. Kimleri dinleyecek bu soruşturma
müfettişleri? Emniyetin alt kademesindeki memurları.
Amirleri başlarındayken bu memurlar nasıl ifade verecek
Sayın Bakan? İdare hukukunu bilmeniz lazım, böyle bir
şey var mı? Açığa alamazsınız. Alamazsınız,
çünkü, orada öyle bir düzen kurulmuş ki, biraz önce saydığım
düzenden herkes yemleniyor ve herkes menfaatleniyor. Ondan sonra
da, gariban vatandaş "Benim çantamı kim çaldı, benim
evimi kim yardı?"
Biraz önce Aydın il başkanımız
aradı; on beş günde, Aydın il başkanımızın
evini, duvarlarını makineyle delmek üzere, iki defa soymuşlar.
Zararı 200 milyar lira civarında. Emniyet demiş ki:
"Ben ne yapayım? Ben ne yapayım?"
Bakın, hiçbir hırsızlık
vakasının sahibi emniyete gitmiş, netice almış
değil. Ben buradan, emniyet mensuplarımıza, bu görevi
vatan görevi bilerek cansiparane ülkenin güvenliği için çalışan
insanlarımıza hiçbir şey söylemek istemiyorum. Ama,
devleti devlet gibi yapmazsanız, devleti devlet gibi örgütlemezseniz,
devleti devlet gibi sorumluluk altına sokacak siyasi iradeyi
ortaya koymazsanız, o insanlar, o şevki, o heyecanı
bulamazlar ise, hele hele verdiğiniz üç beş kuruşla,
insan standartlarının, yaşama standartlarının
altında aldıkları ücretlerle, bir ülkenin kocaman
asayiş sorumluluğunu onların omuzuna yükleyip, sorumluyu
da onlar tayin ederek işin içinden çıkamazsınız Sayın
Bakanım, çıkamazsınız.
Evet, kumar, bahis, şiddet içerikli
oyunlar ve pornografik yayınlar ile ülkenin bölünmez bütünlüğünü
hedef alan İnternet sitelerinin sayısı 124 bine
çıkmış arkadaşlar. Bir yılda yüzde bilmem kaç,
binin üzerinde bir rakamla artmış ve hiçbir önlem almamışız,
hiçbir yasal tedbirimiz de yok. Çocuklara karşı cinsel taciz,
evlerde şiddet olayları
Bütün bunlar toplumda bir ahlaki
çöküntüyü beraber getiren şeyler. İnternet üzerinden kumar
Ee, şimdi, bütün bunlar bir ülkede olacak, ama, ülkenin de bir
İçişleri Bakanı varmış gibi
Ne iş yapar,
onu bilemiyorum. Şemdinli olaylarında göremezsiniz
-beş gün sonra açıklama yapmıştır- Hrant Dink olayında
göremezsiniz, efendim, Danıştay baskınında
İçişleri Bakanını göremezsiniz. Oralarda hiç
açıklama yapmaz Sayın Bakan, olay soğuduktan sonra, gelir,
eline yazılmış bir kâğıtla, bu kürsüden "Yapılacaktır,
edilecektir
" Ama, yapılmadı bir şey. Yapılmadı
Sayın Bakan. Keşke yapılsaydı. Yani, biz, sizi, eski
bir Anavatanlı olarak hasım ilan etmedik, ama, keşke yapılsaydı.
Keşke yapılsaydı bütün bunlar.
Bakın, Sayın Bakanım,
İstanbul Emniyet Müdürü diyor ki: "Benim haberim olmadı."
Dokuz ay evvel yapılan, "Hrant Dink'in öldürüleceğinden
benim haberim olmadı." diyor. Sizin haberiniz oldu mu Sayın
Bakanım? Sizin oldu mu haberiniz? Böyle bir ihbardan haberiniz
var mıydı?
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (İstanbul) - Oradan konuşurum.
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla) -
Sizin de haberiniz yoktu.
Peki, bir ülkede, toplumda infial
yaratacak olaylar olacak, bunun ihbarı, dokümantasyonu ilgililere
kavuşacak, o ilin Emniyet Müdürü ve bu ülkenin İçişleri
Bakanının haberi olmayacak! Ondan sonra, döneceksiniz
"Ne yapalım canım, derin devlet var..." Peki, siz bu
kadar sığsanız, sizin altınızdaki her şey
size derin gözükür zaten. Siz sığ olmayın. Ne yani, bu
devlet kuyu mu? Bu devlet, bin yıldır, bu ülkede, bu coğrafyada,
adam gibi, milletini refaha kavuşturan ve dünyaya şan,
şeref salan, itibar ve onur sahibi olmuş bir devlet yönettiğiniz
devletin adı. Böyle ucuz polemiklerle devleti zan altında
bırakmaya ne hakkınız var?
Şimdi, bir şey okuyayım.
KÖYDES projeleri var. Arkadaşlar, hakikaten, bu KÖYDES projeleri,
biliyorsunuz, İçişleri Bakanlığımızın
denetimi ve kontrolünde. Başbakanın daha dünkü ifadesini
okuyayım size: "Bana Trabzon'dan bir mektup geldi. Belediye
Meclis üyeleri kumpas kurmuşlar, KÖYDES'le ilgili işlerde
Kaymakam Bey'i tehdit etmişler, 'İşleri şuraya vereceksin.'
demişler. Olay bana geldi, ihbar mektubunu partimin yetkili kurullarına
verip gereğini yaptım."
Siz suçları partinizin yetkili
kurullarıyla mı araştırıyorsunuz Sayın
Bakan? Yani, devlet partiden mi yönetiliyor? Partinin yetkili elemanları,
devlet adına soruşturma yapan, devlet adına tedbir alan
anlayışlar mıdır? Cemaatlerde bu var, ama partilerde
de mi bu var? Niye sayın savcıya göndermediniz? Niye Sayın
İçişleri Bakanına göndermediniz veya niye emniyet
müdürüne göndermediniz de, partinizin yetkili organlarınıza
gönderdiniz?
Şimdi, bu anlayışla
yönettiğiniz devlet ve bu devlet adına görev yapan insanlar,
kahraman vatan evlatları, sizin bu yönetim anlayışınızla
nasıl görevini yapabilir?
Gelelim şu "Hepimiz Ermeni'yiz."
meselesine. Hrant Dink acaba o olayı yukarıdan seyretseydi,
ne derdi diye düşündüm. "Hayır, beyler, hepinizin Ermeni
olmasına gerek yok, ben sizin Ermeni olmanızı istemiyorum.
Olduğunuz gibi olun, ama iki şey olmayın: İkiyüzlü
olmayın, Ogün olmayın. İnsan olun." derdi. (Anavatan
Partisi sıralarından alkışlar) Hrant Dink'in diyeceği
buydu. "İnsan olun." derdi. Biz, onda dahi, politik emellerimize,
politik hedeflerimize varmak için ikiyüzlülük yaptık. Olduğumuz
gibi olamadık, göründüğümüz gibi olamadık, devlet olarak
olamadık, millet olarak olamadık. Oysa, bizim olmamız
gereken şey, ikiyüzlü olmamak ve bu ülkede Ogünlerin yetişmesine
fırsat vermemek, Ogün'leri yetiştiren membaları kökünden
kurutmak olmalıydı. Bunun adı insan olmaktır. Bunu
olabilseydik, bugün bu hadiseler bu ülkede olmayacaktı.
Değerli arkadaşlar, 2006
yılında, 2005'e göre suç oranları yüzde 64 artmış.
Rakamları vereyim: 2002 yılında 230 bin, 2003 yılında
319 bin, 2004 yılında 470 bin, 2005 yılında 580 bin,
2006 yılında 800 bin, 790 küsur bin. Nereye gidiyoruz? Nereye
gidiyoruz? Yani, bu geometrik artışlarla, 2007'de 1 milyon
200 bin, 2008'de 1 milyon 600 bin, 2009'da 2 milyon insan
Bunun bir failleri
var, bir mağdurları var. Ankara Adliyesine, arkadaşlar,
günlük giren sayısı, yani, giren vatandaş sayısı
50 bin. 50 bin kişi! Yılda ne yapar, biliyor musunuz? Ayda
1,5 milyon, yılda da 20 milyon insan Ankara Adliyesine giriyor
çıkıyor. Bunların bir muğberlik, bir ihtilaf davaları
var. Devlet ihtilaf önleyemiyor, çözemiyor, halledemiyor ve ondan
sonra, birileri "Ben İçişleri Bakanıyım
",
birileri "Ben Başbakanım. Bu ülkeyi rahat rahat yönetiyoruz.
Aslında, çok da kolaymış yönetmek
" Aynen, geçmişte
bir Millî Eğitim Bakanının "Şu okullar olmasa
şu millî eğitimi ne güzel yönetirim." dediği gibi.
Hakikaten, anlayışınız, "canım, bunlar
olur, her toplumda oluyor; ne olacak? Köyden şehre göç var, göç olan
toplumlarda bu olaylar, hadiseler olur, bizi de fazla ilgilendirmez"
diyorsanız, bunun sorumluluğunu, siyasi sorumluluğunu
yüklenemiyorsunuz demektir.
Şimdi, kolluk kuvvetlerimizle
kışla arasına, yani karakolumuzla kışla arasına
sokmak istediğiniz şey ne, nifak ne? Bir karakolda bir fotoğraf
çekiliyor. Burada, ulusal televizyonlarımızın yabancılara
devrini öngören kanunu çıkartırken, bu kürsülere çıktık
dedik ki: "Bunu yapmayın; bu, ulusal güvenliğimize,
ulusal bütünlüğümüze ihanettir, yapmayın." Yaptınız,
sonuçta TGRT'yi bir yabancı aldı. O fotoğrafı diğer
ajanslara, diğer toplumu bilgilendiren mekanizmalara servis
ederek, "jandarma karakolunda çekilmiştir bu fotoğraf"
diye, ülkemizin güvenliğiyle bire bir ilgili bir kurumumuz
töhmet altına sokulmanın gayretleri gösterildi. Kim yaptı?
Mülkiyeti yabancıya ait bir televizyon. İşte, elin adamı
gelir, senin ülkendeki güvenlik kuvvetlerini birbirine düşürmeye
çalışır, ama o ülkenin İçişleri Bakanı,
"canım, dolar geliyor ya, mesele yok" der.
Değerli arkadaşlar, her
şey para mıdır? Her şey para mıdır, her
şey paraya mı tahvil edilir? "Şundan şu kadar dolar
gelecek, bundan bu kadar dolar gelecek" şeklindeki bir anlatım
tarzınız, anlayışınız
Siz ki, manevi ve
millî değerlerle övünen bir gruptunuz. Ne oldu da her şeyin
adı "para" oldu, ne oldu da her şey dolarlarla ölçülür
oldu? Bu ülkenin onurlu kurumları, bu ülkenin itibarlı kurumları,
bu ülkenin itibarlı işletmeleri, bu ülkenin millî değerleri
nasıl oldu da dolara tahvil ediliyor böyle? İşte, her
şeyinizi dolara tahvil ederseniz, elin adamı sizin karakolunuzla
kışlanızı birbirine düşürmenin gayretini
yapar, sonra da kenara geçer, güle güle oturur.
Değerli arkadaşlar, dört
aydır bu ülkede Emniyet Genel Müdürü atanmaz. Niye atanmaz Sayın
Bakanım, Ömer Dinçer'den onay çıkmadı mı? Bu ülkede,
bakın, arkadaşlar, bütün alanlardaki ideolojik yapılanmayı
kadrolaşma bazında yapan Ömer Dinçer'dir. O işlere katmazlar
da Sayın Bakanı. Ne vali ataması, ne emniyet müdürü
ataması, ne Emniyet Genel Müdürü ataması, ideolojik anlamda
Ömer Dinçer'in onaylamadığı hiçbir atama gerçekleşemez.
Haa, başka atamaları yaparlar. KİT'lerde, BİT'lerde,
rant getirecek yerlerde, belediye takımından gelenlere
hayhay. Onlara da Ömer Dinçer karışmıyor zaten. Şimdi,
böyle dedirtir, dört ay bu ülkede Emniyet Genel Müdürünü atayamayan
bir devlet bana bu lafı söyletir. Keşke söylemeseydim,
keşke olmasaydı. Bu ülkenin çok değerli valileri var,
niye atayamadınız bir tanesini, niye atayamadınız,
dört aydır neyi beklersiniz? "Canım, Emniyet Genel Müdürüne
gerek yok, zaten biz o alt kadrolarda yeterli şeyi yaptık..."
Yeterli şeyi, neler yaptığınızı da çok
iyi biliyorum, ama devletimin selameti için, milletimin selameti
için söylemeyeceğim, onları yaptınız.
Türkiye'nin güvenliği
başka yerlerden soruluyor artık. Yapmayın Sayın
Bakan, yapmayın, yapmayın bunu. Ondan sonra Türkiye'de çeteleşme
faaliyetleri kol geziyor, mafya faaliyetleri kol geziyor, kaçakçılık
faaliyetleri kol geziyor; haksız kazanç bu ülkenin bölünmez bütünlüğünü
tehdit edenlerin ceplerine gidiyor, İstanbul'un rant yerleri,
rantiyeleri bu haksız kazanç paralarını kazananların
mülkiyetine geçiyor, sermaye el değiştiriyor. Eğer,
bu hoşunuza gidiyorsa, arzu ettiğiniz, tasarladığınız
şey böyle bir şeyse siz bu millete ait olamazsınız,
siz bu millete ait olamazsınız, bu milleti yönetmeyi hak etmiyorsunuz
demektir. Çıkın ve itiraf edin. Çıkın ve bu paraların
nereye gittiğini itiraf edin. Gelin bu görevden istifa edin Sayın
Bakanım. Bakın, Abdülkadir Aksu olarak çok daha onurlu, çok
daha saygın olursunuz. Batı ülkelerinde olduğu gibi,
evindeki dadıyı sigortasız çalıştıran
bakan istifa ediyor. Bir vergi borcunu ödemeyen bakan istifa ediyor;
ama, ülkesinde, bu kadar, asayişsizliği, ahlaki çöküntüyü,
toplumu provokasyonlara, ayrışmalara, yarılmalara
açık hâle getiren bir bakan, istifa eder ise itibar kazanacak.
Keşke istifa etseydiniz ve ben bu lafları burada söylemeseydim,
üzülerek söylüyorum, üzülerek söylüyorum. Niye üzülerek söylüyorum?
Çünkü, devletimin güvenlik kuvvetlerinin bir zafiyet yaşaması
ve bu devletin güven duyulmayan bir anlayışla kamuoyuna
lanse edilmesi beni üzen bir şey. Ya devlet başa ya kuzgun leşe!
Devlet! Adam gibi devletim olmalı benim. Güçlü devlet, güçlü devlet!
(Anavatan Partisi sıralarından alkışlar) Ne diyordu
Hazreti Ömer? "Fırat kıyısında kuzusunu kaybeden,
koyunun sorumluluğu Ömer'den sorulur." Sizden hiçbir
şey sorulmuyor mu Sayın Bakan? Hiçbir şey mi sorulmuyor?
Ne kaçakçılıklar ne cinayetler ne ahlaki çöküntü ne bu kadar
mala karşı cürümler ne bu kadar kadrolaşma, ideolojik
yapılanma
Bakın, daha üst bir şey söyleyeyim: Bu milletin
birliği ve bütünlüğü için, bu milletin huzuru için -bırakın
bu rakamları makamları da bir tarafa attım- gelin, hep
beraber bir şey yapalım, hep beraber bir şey yapalım:
Siz, siyasi sorumluluğu üstlenin. Güzel şeyler yapalım.
Yine, millete kendinizi anlatın, yine gelin bakan olun; ama, bu
milleti ayrışma noktalarından, bu milleti bölünme
noktalarından ve bu milleti provokasyona açık hâllerden
kurtaralım. Bir statta bir kişi "biz, bilmem kimiz"
diye bağırıyorsa, o stadın tamamı o provokatörü
devlete teslim etmeli, o provokatöre teslim olmamalı. O da
devlete güvenle olur. O da devlete itibar kazandırmakla olur.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Sarıbaş,
lütfen toparlar mısınız.
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla) -
Toparlıyorum efendim.
BAŞKAN - Buyurun.
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla) -
Televizyonlarda seyrettiniz. Sanık Samsun'da yakalandı.
İstanbul Valisi mikrofonların üstüne hoplaya hoplaya,
heyecanla: "Otuz altı saat içinde sanığı yakaladık."
Hadi canım! Sen mi yakaladın? Sanık kendisini yakalattı
zaten, heyecanın ne kardeşim! Senin görevin, adamın ölmesini
önlemek. Sanığı da Samsun yakaladı, sen değil.
Sanık kendini Samsun'da teslim etti. O heyecanın ne? Bir
şey yapmanın gayretiyle mikrofonların üstüne atlayarak,
sanki vatan kurtaran kahraman gibi
Biz senin ne vatan kurtardığını
falan biliyoruz, İstanbul'u ne hâle getirdiğini de biliyoruz,
İstanbul'da neler yaptığını da biliyoruz.
Oğlunuzun, kızınızın, efradınızın,
eşrafınızın neler yaptığını çok
iyi biliyoruz. (Anavatan Partisi sıralarından alkışlar)
Heyecanlanmayın! Bu millet o heyecanlarınızın
bir gün hesabını soracak. Bu millet kendisini bu korku çemberine
sürükleyenlerin, bu asayişsizlik çemberine sürükleyenlerin
tavırlarının hesabını bu millet soracak.
"Devletimi istiyorum"
diyor, devletimi istiyorum! Bir gazeteci arkadaşa dedim ki:
"Ne istiyorsun? Bir kelime söyle, millet ne istiyor?" Aynen
şöyle dedi: "Devletimi istiyorum." "Devletimi istiyorum,
kaybettiğim ve varlığını hissetmediğim
devletimi istiyorum." diyor. (AK Parti sıralarından
gürültüler) Bu millet devletini isteyecek sizden, bu millet devletini
isteyecek.
MAHFUZ GÜLER (Bingöl) - Kim?
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla) -
Millet isteyecek, millet!
MAHFUZ GÜLER (Bingöl) - Nerede? Ne
zaman?
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla) -
Bu millet devletini isteyecek.
ABDULLAH VELİ SEYDA
(Şırnak) - Yalancı!
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
lütfen!
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla) -
Var olmayan, var olmaması için elinizden gelen tahribatı
yaptığınız devletini istiyor millet sizden.
ABDULLAH VELİ SEYDA
(Şırnak) - Ayıp!
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla) -
Bir yolda gidiyorsunuz. Seçim, bu milletin, bu ülkenin makas değiştireceği
yerdir. Aksi takdirde, gideceğimiz yer uçurumun başıdır.
Umut ediyorum, aklınızı başınıza
alırsınız.(AK Parti sıralarından "İftiracı"
sesi)
Öyle uzaklardan bağırmakla,
uzaklardan fetva vermekle değil. Çıkarsınız,
şu saydığım rakamların sebebini bu milletin
gözünün içine baka baka anlatırsınız. Ben, baka baka
anlatıyorum. Alnım açık, yüzüm ak. Bu millet adına
bu kürsüde anlatıyorum. (AK Parti sıralarından
"Yalan" sesleri)
Yalan diyorsam, yalan söylüyorsam,
bu rakamlar yalan söylüyorsa, sizin siteleriniz, sizin istatistikleriniz
yalan söylüyor demektir, millet yalan söylüyor demektir. Gidin, tutun
mikrofonlarınızı dedim televizyonlara, İstanbul'da
tutun, Ankara'da tutun, İzmir'de tutun, eğer yüzde 10 vatandaş
"ben, bu İçişleri Bakanından memnunum" derse,
ben önergemi geri çekiyorum. Yüzde 10, bakın, yüzde 90'ı saymıyorum;
iddialı bir rakam. (AK Parti sıralarından gürültüler)
Yüzde 10 derse ki "Abdülkadir Aksu iyi bir İçişleri Bakanı",
ben önergemi çekiyorum. Buyurun, var mısınız? (Anavatan
Partisi sıralarından alkışlar, AK Parti sıralarından
gürültüler)
Saygılar sunuyorum. (Anavatan
Partisi sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Sarıbaş.
Önerge üzerinde Cumhuriyet Halk
Partisi Grubu adına söz isteyen Atilla Kart, Konya Milletvekili.
(CHP sıralarından alkışlar)
Sayın Kart, süreniz yirmi dakikadır.
CHP GRUBU ADINA ATİLLA KART
(Konya) - Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Anavatan
Partisi Grubu tarafından İçişleri Bakanı hakkında
sunulmuş olan gensoru hakkında, Cumhuriyet Halk Partisi
Grubu adına, söz almış bulunmaktayım. Grubum ve
şahsım adına Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlarım,
ülkemizde gerek idari birimlerde ve gerek adli yapılanmada ciddi
sorunlar yaşanmaktadır. Kamu yönetimi, 59'uncu Hükûmet döneminde
etkinliğini ve verimliliğini büyük ölçüde kaybetmiştir.
Bu konuda, tüm kamu çalışanlarını kapsayan,
kıdem ve liyakat üzerine kurulu olan, adaletli ve teknik bir yapılanmayı
esas alan kamu personel rejimi düzenlemesi zorunlu bir hâle gelmiştir.
Ancak, dört yılın sonunda ortaya çıkan tablo şudur
değerli arkadaşlarım: Hükûmet, bu konudaki vaat ve söylemlerinde
siyaseten dürüst olmamıştır. Acil Eylem Planı'nda
bu yasayı bir yıl içinde çıkaracağını söyleyen,
Meclis Genel Kurulunda ise sırasıyla 2003 yılı sonu,
2004 yılı sonu ve nihayet 2007 yılı başında
çıkaracağını ifade eden Hükûmetin amacının,
sadece ve sadece örtülü ideolojisi doğrultusunda kadrolaşmak
olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır,
kamuoyu ve halk yanıltılmıştır. Hükûmetin vaat
ve söylemlerinin ciddiyetsizliği ile yürütmekte oldukları
kadrolaşmanın zafiyetini gösteren bir tablo söz konusudur.
Değerli arkadaşlarım,
59'uncu Hükûmet döneminde, cumhuriyetin temel niteliklerini değiştirmeyi
ve yozlaştırmayı hedef alan bir kadrolaşma süreci
başlamıştır. Bunları, somut örnekleriyle ve
belgeleriyle anlatacağız. Cumhuriyet tarihi boyunca,
bu nitelikte ve düzeyde bir kadrolaşma hareketi, hiçbir siyasi
iktidar döneminde söz konusu olmamıştır. Bu hareket,
toplumun barış ve dayanışmaya dayalı yapısını
derinden etkileyecek ve bozacak boyutlara, maalesef, ulaşmıştır.
Bugün Türkiye'de, 3.719 üst düzey
görev, değerli arkadaşlarım -müsteşar, müsteşar
yardımcısı, daire başkanı, genel müdür, genel
müdür yardımcısı, il müdürü düzeyinde söylüyorum-
vekâleten sürdürülmektedir. Bu yapılanmayı gerçekleştiren
Başbakanın, başarısızlıklar, kamu hizmeti
verimsizliği ve skandallar ortaya çıktıktan sonra bürokratik
oligarşi ve derin devletten söz etmesi ve geçmiş hükûmetleri
suçlaması, böyle bir gerekçeye sığınmak istemesi
ise, kara mizah olmanın dışında, aslında, tam
bir hedef saptırma ve aczin itirafıdır. Devlet adamı
sorumluluğu ve ciddiyetiyle bağdaştırılmayacak
bir durum söz konusudur. Derin devlet olarak adlandırılan
hukuk dışı ilişkilere zemin hazırlayanlar ve
o ilişkilerin içine girenler, kendi acz ve yetersizliklerini
ve ilişkilerini gizlemek çabası içindedirler.
İşte, değerli arkadaşlarım,
bu yönetim anlayışıyla, ehliyet ve kıdeme bakılmadan,
cumhuriyetin temel niteliklerine karşı tavır almış
kişilerden oluşan belli bir sınıfa ve zümreye imtiyaz
tanınmış, bu suretle ayrımcılık yapılmıştır.
Türkiye'de, kamu yönetiminde, yönetim krizi süreci başlamıştır değerli arkadaşlarım.
Her alanda, bu krizin yarattığı, zincirleme ve karmaşık
sonuçlar yaşanmaktadır. Böyle bir tabloda, Hükûmet, bilgi
kirliliği içinde, hedef saptırarak, gerçek sorunların
ve sorumluların ortaya çıkmasını ve tartışılmasını
engelleme çabası içine girmiştir. Cumhuriyetin değerlerine
karşı yaratılan bu vasıfsız kadrolaşma,
işte, değerli arkadaşlarım, en çarpıcı
şekliyle, emniyet yapılanmasında kendisini göstermektedir.
Değerlendirmelerimize,
İçişleri Bakanlığı Müsteşarından
başlamak istiyorum.
Bakın, değerli arkadaşlarım,
Sayın Cumhurbaşkanının kararnameyi veto etmesi
üzerine, İçişleri Bakanı, ilgili Yasa'nın 37'nci
maddesine dayanarak, Şehabettin Harput'u, 17 Şubat 2003 tarihinde
Müsteşar Yardımcılığına getirmiş,
daha sonra, 19 Kasım 2003 tarihinde Müsteşar Vekili yapmıştır.
Sayın Cumhurbaşkanının bu işlemi de hukuka
aykırı bulması ve veto etmesi üzerine, bu kez
İçişleri Bakanı, Bakanlık onayıyla görevlendirme
yapmıştır. Oysa, çok basit bir devlet yönetimi terbiyesidir,
adabıdır; müsteşarlar üçlü kararnameyle atanırlar.
Bu çok açıktır, ancak buna rağmen, bu cüretkâr ve hukuk tanımaz
uygulama yapılmış, Müsteşarlık makamından
itibaren hukuk dışı yapılanma süreci başlamıştır.
Şehabettin Harput ile ilgili
olarak, valilik dönemindeki iddiaların dışında,
Müsteşarlık görevini üstlendiği bu dönemde de -yani
dört yıl içinde de- tarikat ilişkileri ve zikir toplantılarına
iştirak ettiğine dair bilgi ve belgeler kamuoyuna yansımış
ve soru önergelerine konu olmuştur.
FATMA ŞAHİN (Gaziantep)
- Ne biçim konuşuyorsun sen!
YAHYA BAŞ (İstanbul) - Vay
anasını!..
K. KEMAL ANADOL (İzmir) - Niye
rahatsız oluyorsunuz?
ATİLLA KART (Devamla) - Bu
ilişkileri, yönetim uygulamalarında etkili olmuştur.
BAŞKAN - Sayın Kart, bir saniye...
Sayın milletvekilleri, lütfen...
AHMET YENİ (Samsun) - Siz katılıyor
musunuz?
BAŞKAN - Buyurun Sayın
Kart.
ATİLLA KART (Devamla) - Sayın
Bakan, yöneltilen önergelerimize hiçbir ciddi ve tatminkâr cevap
vermemiştir. Müsteşar niteliğini taşıyan
100 civarında vali varken, bu özelliklere -biraz evvel saydığım
özelliklere- sahip bir kişide ısrar edilmesi elbette anlamlıdır.
Hukuka aykırı ve özel ilişkilere dayalı bir kamu
yönetimi yapılanmasının varlığını
gösteren bir durum söz konusudur.
Sayın Bakan, size soruyorum:
Solunuzda oturan Sayın Müsteşarın ilişki ve yönetim
uygulamalarından bihaber misiniz, yoksa, "elbette farkındayım;
ama, biz zaten bir ekibiz" mi diyorsunuz? Olayın esası
bu, değerli arkadaşlarım. (CHP sıralarından
alkışlar)
İşte, değerli arkadaşlarım,
geldiğimiz bu aşamada, Emniyet Genel Müdürlüğünün de
-bu arada- dört aydan bu yana vekâleten sürdürüldüğünü hemen vurgulamak
istiyorum.
Peki, değerli arkadaşlarım,
emniyetteki bu kadrolaşma ve sonuçları neden bu kadar
önemli? Neden bu kadar ısrarla üzerinde duruyor ve eleştiriyoruz?
Bunun yarattığı tahribatlar neden çok ağır sonuçlar
yaratmaktadır? Böyle bir yapı içinde yargı mekanizmalarının
gerçeğe ulaşmaları mümkün müdür? Gerçeğin tespitini
sağlamaları mümkün müdür? Bunları somut örnekleriyle
anlatmak istiyorum.
Bakın, değerli arkadaşlarım,
teknik dinleme ve istihbarat birimlerindeki özel ve yoğun kadrolaşma
sebebiyledir ki, adi nitelikte ve yerel ölçekte meydana gelen olayların
soruşturulmasındaki karartmanın yanında, ulusal
boyutu olan kritik olaylarda siyasi iktidarı korumaya ve gerçekleri
gizlemeye, hedef saptırmaya ve karalamaya yönelik provokasyonlar
yaşanmaktadır. Bu sebepledir ki, yargılama aşamalarında
da gerçeğin tespiti mümkün olamamaktadır. Böyle bir hazırlık
soruşturması, böyle bir kolluk yapılanması ortada
durduğu sürece yargının gerçeğe ulaşmasını
bekleyemezsiniz.
Bu yapılanma içinde münferit
kadrolaşmalar yerine, genel tabloyu anlatmak istiyorum değerli
arkadaşlarım.
Bakın, bilindiği gibi,
polis amirliğinde rütbe sıralaması komiser yardımcılığından
başlar, komiser, başkomiser, emniyet amiri, 4, 3, 2, 1'inci
sınıf emniyet müdürü diye devam eder, en nihayet, sınıf
üstü emniyet müdürüyle sonuçlanır. Yani, ortada bir hiyerarşik
yapılanma söz konusudur. Ordudaki, askeriyedeki yapılanmaya
paralel olan bir hiyerarşik yapılanmadan söz ediyorum değerli
arkadaşlarım.
Bakıyoruz, teşkilat yasasında
değişiklik yapan yasanın 55'inci maddesine göre, bu
rütbelere terfiler kıdem ve liyakate göre yapılır diyor,
çok açık bir şekilde; sınav şartı saklı kalmak
üzere diyor. Kıdem sırası, Emniyet Genel Müdürlüğünce,
her yıl mart ayında topluca teşkilata duyurulur diyor.
Nitekim, duyuruluyor. İlgili kişiler çalışma süreleri
içindeki başarı ve ceza durumlarına göre puanlandırılır
ve terfi ettirilir diyor. Tamam, ne kadar güzel bir düzenleme, objektif
bir düzenleme, teknik esaslara uygun bir düzenleme. Arzu ettiğimiz
bu.
Peki, uygulamaya bakıyoruz.
Uygulamaya bakıyoruz değerli arkadaşlarım. Uygulamada
terfi sıralaması yapılırken bu ilkelere uyulmadığını,
kıdem sıralamasının altüst edildiğini, hiçbir
somut, teknik ve objektif ölçünün esas alınmadığını,
tamamen soyut ve subjektif ölçülerin esas alındığını
görüyoruz değerli arkadaşlarım.
Bakın, bu durum, 2003 ve 2005
yıllarına ait terfilerde çok açık bir şekilde ortaya
çıkıyor. Özellikle olayın önemi ve yürütülen mevkinin
kritik konumu sebebiyle, 2'nci sınıftan 1'inci sınıfa
ait terfilerle ilgili bilgi vermek istiyorum değerli arkadaşlarım.
Bakın, genellikle 2'nci
sınıfta 700 kişiye yaklaşan bir emniyet müdürleri
kıdem sıralaması vardır. Ee, burada, 80-81 kişinin
1'inci sınıfa terfisi söz konusu. Ölçü ortada, biraz evvel
anlattım. Çok somut, çok teknik, belirli bir sürece, on yıla,
on beş yıla, on sekize yayılan bir süreçten söz ediyorum.
Ee, doğal olanı nedir? İlk 81 kişinin terfi etmesi
değil midir değerli arkadaşlarım? Hadi, siyasi
iktidarın takdir yetkisi, belli ölçüler içinde elbette takdir
yetkisi olacaktır, yasal sınırlar içinde elbette takdir
yetkisi olacaktır, bunu ilk 81'den seçmezsiniz de ilk 100'den seçersiniz,
110'dan seçersiniz, ama bakın neyi görüyoruz değerli arkadaşlarım?
Şunu görüyoruz. Sayın Genel Başkanımız da bugün
Grup toplantısında ifade ettiler. 7 veya 8 kişi, değerli
arkadaşlarım, kıdeme uygun bir şekilde terfi ediyor,
72-73 kişinin tamamı, kıdem sıralamasında
ilk 150'den sonrası değerli arkadaşlarım. Sizleri
insafa ve bir vicdan muhasebesine davet ediyorum. Orada -bakın,
önümde liste var- ilk 10 sıradaki, terfi sırasındaki
kişiler kıdem sıralamasında kaçıncı
sırada, onu okumak istiyorum. Bakın, sırayla okuyorum:
294, 254, 175, 220, 308, 212, 278, 226, 271 ve 300.
Ee, böyle bir yapıda, değerli
arkadaşlarım, 294'üncü sıradaki kişiyi alıp
1'inci sıradaki adamın önüne getirirseniz, o polisin, o
amirin önüne getirirseniz, orada o kişinin çalışma
şevki kalır mı? Bu olayın kişisel boyutu. Bu
olayın bir de kurumsal boyutu var. Nedir o? Siz, aslında, yaptığınız
bu uygulamayla o kurumun arşivini yok ediyorsunuz, istihbaratını
yok ediyorsunuz, orada istihbarat zafiyetine yol açıyorsunuz,
devletin sürekliliğini dinamitliyorsunuz. Bunu yaptığınız
içindir ki, İstanbul'daki terör olaylarında, beş gün
arayla meydana gelen olaylarda, o, önlenmesi mümkün iken önlenemiyor.
Van'daki uyuşturucu olaylarında devlet gerekli müdahaleyi
yapamıyor. İşte, değerli arkadaşlarım,
bunları görmemiz gerekiyor.
Bakın, daha somut bir şey
söyleyeyim, daha güncel bir şey söyleyeyim: Hrant Dink suikastı
öncesinde Trabzon Emniyet Müdürü olarak görev yapan, suikast tarihinde
ise Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı
olarak görev yapan Ramazan Akyürek'in de, 2003 yılına ait
kıdem listesinde 281'inci sırada olduğu hâlde ilk 81'in
içine alındığını görüyoruz değerli arkadaşlarım.
Peki, devam ediyorum: İrticai
faaliyette bulundukları Başbakanlık Takip Kurulu kayıtlarıyla;
yani, yine bu Hükûmetin sorumluluğunda olan bir kurumun kayıtlarıyla
sabit olan 17 kişi için Yüksek Değerlendirme Kurulu neden
ikinci kez özel olarak toplanıyor ve bu kişilerin terfisini
yapıyor? Oysa, Yönetmelik'in 21 ve 22'nci maddelerine göre, çok
açık olarak biliyoruz ki, Merkez ve Yüksek Disiplin Kurulları,
bunlar terfi yapamaz, ancak öneride bulunabilir ve o zaman, buradan
vardığımız sonuç şu, değerli arkadaşlarım:
Bu kurullar, yetki tecavüzü yaparak, kıdem kitabının
dışına çıkarak hukuka aykırı ve vasıfsız
bir kadrolaşmaya yol açmışlardır. Yerleşik kurallar
çiğnenmiş, özel kadrolaşma yolu açılmıştır.
Peki, değerli arkadaşlarım,
böyle bir kadrolaşma niçin yapılıyor, neden yapılıyor?
Bunun açıklaması önemli, bunun tartışması
önemli, bunun değerlendirmesi önemli. Bunun bir açıklaması
olabilir, o da şu:
Bakın, değerli arkadaşlarım,
kişisel ilişkiler ve cemaat dayanışması içinde
kadrolaşmak amacıyla yapılan sistemli bir çalışma
söz konusu. Öyle ki, bu kadrolaşmaya artık "(F) tipi
kadrolaşma" denilmektedir değerli arkadaşlarım.
HACI BİNER (Van) - Hep aynı
şeyleri söylüyorsunuz.
ATİLLA KART (Devamla) - Başta Polis Koleji olmak üzere, Polis
Akademisi ve polis okulları bu kadroların yönetimindedir
değerli arkadaşlarım.
HACI BİNER (Van) - Doğruları
konuşun.
ATİLLA KART (Devamla) - Emniyet
ilişkilerinde yaygın olarak kullanılan ifadesiyle,
rejim karşıtı kadrocu cemaat yapılanması anlamına
gelen bir kadrolaşma sürecinden söz ediyorum değerli arkadaşlarım.
Bakın, hemen bu aşamada
önemle ifade ediyorum, herhangi bir istismara yol açılmaması
amacıyla ifade ediyorum: Değerli arkadaşım, lütfen
dikkatle dinleyin; din ve vicdan özgürlüğü kapsamında ve
felsefi anlamdaki tarikat yapılanmasını burada tartışmıyoruz,
konumuz bu değil. Sorun, bu kavramları ve değerleri istismar
ederek, mütedeyyin yurttaşlarımızın bu değerlerini
ve inançlarını kullanarak devlet yönetiminde egemenlik
sağlama ve bu suretle kadrolaşmanın yarattığı
vahim sonuçlar noktasında yoğunlaşıyor. Başka
bir anlatımla, Anayasa'nın 24'üncü maddesinin son fıkrası
anlamında söylüyorum. Dini veya din duygularını yahut
dince kutsal sayılan şeyleri istismar etme ve kötüye kullanmanın
yarattığı ve yaratacağı vahim sonuçlar noktasında
düğümlenen bir süreçten söz ediyorum. Sorunun esası ve özü
burada düğümlenmektedir değerli arkadaşlarım.
HACI BİNER (Van) - Bunlar hamasi
laflar.
ATİLLA KART (Devamla) - Değerli
arkadaşlarım, bakın, belgelerden söz ediyorum, kıdem
kitapçığından söz ediyorum, emniyetin kendi kayıtlarından
söz ediyorum. Bütün bunlara rağmen, bunlara "hamasi laflar"
derseniz, sizi o zaman, sorumluluğunuz noktasında yeniden
bir değerlendirme yapmaya davet ediyorum, milletvekili sorumluluğunuz
noktasında bir kez daha düşünmeye davet ediyorum.
HACI BİNER (Van) - Siz sorumluluğunuzu
bilseniz böyle konuşmazsınız.
ATİLLA KART (Devamla) - Değerli
arkadaşlarım, emniyet kurumunun kimliğini ve tüzel
yapısını hedef almadan söylüyorum: Emniyet kurumu
içinde, âdeta ve maalesef, resmî üniforma giymiş yasa dışı
ve kısmi bir örgütlenme söz konusudur. Delil toplama ve soruşturma
süreçlerine müdahalede bulunan ve yönlendirme yapan bir ekipten
söz ediyorum değerli arkadaşlarım. Yine önemle ifade
ediyorum, emniyet bünyesinde zor şartlarda, canı pahasına,
özveriyle ve sorumluluk duygusuyla görev yapan, kıdem ve liyakatlerine
uygun bir şekilde hak ederek terfi eden kamu görevlilerimizi,
elbette, bu değerlendirmenin dışında tutuyorum.
Türkiye'yi karanlığa götürmek isteyen bu kadrocu yapılanmaya
karşı, ülkenin birlik ve bütünlüğüne inanan tüm kamu
görevlilerine bu aşamada önemli görevler düştüğü
açıktır. Emniyet mensuplarının büyük bölümünün
bu anlayışla görev ve sorumluluklarını sürdürdüklerine
inanıyoruz.
Gelinen aşamada, değerli
arkadaşlarım, iç güvenlik örgütleri kimliğini ve
işlevini kaybetmektedir. Demokratik sisteme bağlılığı
sağlayan yapılanma yerine, parti devleti olma ve cemaatleşmeye
hizmet eden bir yapılanma süreci başlamıştır.
Emniyet içinde doğmuş olan kaos ve kargaşa, zorunlu olarak,
hiyerarşik yapıyı zedelemektedir, bozmaktadır.
Yönetim kademelerinde doğmuş olan bu kaos ve çürüme sebebiyledir
ki, muhtelif güç odakları bilgi kirliliği yaratmakta, kamuoyunu
yanıltmakta, yönlendirme yapmakta ve hukuk dışı
eylemlerini rahatlıkla gerçekleştirecekleri bir zemini
bulmaktadırlar.
Emniyet, kendi mensuplarıyla
ihtilaflı olan bir kurum hâline gelmiştir. 800 kişi civarında
emniyet müdürü kızakta bekliyor değerli arkadaşlarım,
1'inci sınıf emniyet müdürü yıllardır bekliyorlar.
Peki, bunlar kızakta bekletilirken hemen 1'inci sınıf
olan emniyet müdürlerinin yukarıda anlattığım
tablo içinde görevlendirilmesinin bir açıklaması olabilir
mi? Açıklaması olur tabii, biraz evvel anlattığım
tablo içinde her taş yerli yerine oturuyor değerli arkadaşlarım.
Bakın, artık, fotoğrafın
bütününü görelim: Son dört yıl içinde meydana gelen, Hablemitoğlu
cinayeti, yasa dışı telefon dinleme olayları, Kasım
2003 tarihinde İstanbul'da beş gün arayla meydana gelen ve
55 yurttaşımızın ölümüne yol açan terör saldırıları,
Cumhuriyet gazetesine yönelik saldırılar ve devamında
Danıştaya yapılan saldırı, Atabeyler operasyonu,
Hizbuttahrir örgütünün Fatih Camisindeki eylemi, İsmailağa
Camisindeki linç eylemi ve Hrant Dink suikastı. Bu tabloyu, bu
fotoğrafı takdir ve vicdanlarınıza sunuyorum.
Bu gensoruyu sayısal çoğunluğunuzla
reddedebilirsiniz, ancak, bu takdirde, tüm bu olayların vicdani
ve yasal sorumluluğunu üstlenmek durumunda kalacağınızı
ifade etmek istiyorum değerli arkadaşlarım.
Bakın, kapkaç, hırsızlık,
gasp, fuhuş, uyuşturucu satışı, çocuk pornosu,
Sosyal Hizmetler Kurumundaki utanç verici tablolar, adam öldürme
suçlarındaki hızlı artışlar, orta dereceli
okullarda, hem öğrenciler arasında ve hem de öğretmen
ve idarecilere yönelik saldırılar hep birlikte değerlendirildiğinde
şöyle bir tablo çıkıyor ortaya: Sosyoekonomik politikaların
yarattığı adaletsizlik ve çözülme ve çürümelerin yanında,
vasıfsız kadrolaşma ve soruşturma süreçlerindeki
bilgi kirliliği ile yetersizliklerin yarattığı
bir asayiş sorunu yaşıyoruz.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Kart, lütfen
toparlar mısınız. Beş dakikalık süre veriyorum.
Buyurun.
ATİLLA KART (Devamla) - Teşekkür
ediyorum Sayın Başkan.
Böyle bir asayiş sorunu yaşıyoruz
değerli arkadaşlarım. Olay bununla bitmiyor ama, olay
bununla bitmiyor. Bu, olayın asayiş boyutu. Bir de, yolsuzluk
boyutu var. Anlatılacak o kadar çok şey var ki, son derece
sınırlı bir değerlendirme yapmak istiyorum:
Bakın, İçişleri Bakanlığı
yerel yönetimlerin denetiminde de partizanlık ve ayırımcılık
yaparak yolsuzluğun zeminlerini yaratıyor. Öyle ki,
AKP'li belediyeler imar hakları dâhil olmak üzere -bakın, değerli
arkadaşlarım, imar hakları dâhil olmak üzere- ruhsat ve
eklerine aykırı yapılaşmaya gittikleri, bu durumlar
fotoğraflarıyla ve belgeleriyle sabit olduğu hâlde
soruşturma izni verilmediğini görüyoruz. Geliyoruz,
Cumhuriyet Halk Partili ve diğer muhalefet partilerine mensup
belediyeler yönünden ise özel olarak kontrolör ve müfettişler
görevlendirilip belediyelerin çalışamaz, çalıştırılamaz
hâle getirildiğini görüyoruz.
AKP İktidarında, bakıyoruz,
39 adet belediye şirketi kurulmuş, bunlara izin verilmiş.
Bunların, değerli arkadaşlarım, 31'i AKP'yle ilgili,
AKP yönetimleriyle ilgili. Diğer partilere de 1'er tane dağıtılmış.
Bir inandırıcılık izlenimi, bir tarafsızlık
izlenimi yaratmak amacıyla böyle bir dağıtım yapılmış.
Bu şirketlerin denetimindeki ihalelerin tutarı 2004
yılında 2 katrilyon iken 2005 yılında 6 katrilyona
ulaştığını bilgilerinize sunuyorum. Denetlenemeyen,
denetleme yolu kapatılan bir yolsuzluk kapısı,
İçişleri Bakanlığı aracılığıyla
aralanmış ve yaratılmıştır.
İşte, değerli arkadaşlarım,
Cumhuriyet Halk Partisi olarak, tüm toplumsal olaylarda, iç ve
dış sorunlarda olduğu gibi asayiş konusunda da vahim
gelişmeyi önceden gördük. Bu süreçleri öngörülü bir şekilde
tespit ettik, Hükûmeti uyardık. Alınması gereken önlemleri,
Sayın Genel Başkanımız en üst düzeyde, her zeminde
dile getirdi. Nitekim, iki buçuk yıl kadar evvel, bütün bu konularla
ilgili olarak, Meclis Başkanlığına verdiğimiz
araştırma önergemiz hâlen Genel Kurul gündeminin 167'nci
sırasında bekliyor değerli arkadaşlarım. Bütün
çabalarımıza rağmen, bu konu, o dönemde kamuoyu ve
medya gündeminde yerini bulamamıştır. Bu sebeple kamuoyu
ve medyayı, Cumhuriyet Halk Partisine yönelik değerlendirme
ve eleştiriler yaparken adaletli davranmaya ve bu anlamda öz
eleştiri yapmaya davet ediyoruz. Bugün konuşulan konular,
Cumhuriyet Halk Partisi tarafından üç yıldan bu yana dile
getirilen konulardır.
Böyle bir tablo içinde, Sayın
İçişleri Bakanının icraatlarını bir kez
daha özetlemek istiyorum değerli arkadaşlarım. Davranışlarını,
bu olaylar karşısındaki tepkilerini özetlemek istiyorum.
Diğer olayların dışında,
yukarıda on ana başlık altında sözü edilen olayların
tümünde, bakıyoruz, Sayın Bakan izini kaybettiriyor, olaydan
sonra izini kaybettiriyor, Sayın Bakana ulaşamıyorsunuz.
İnceleme ve soruşturmaları sütre gerisinde takip ettiğini
ve yönlendirdiğini, sonra da çıkıp o klasik demecini
verdiğini görüyoruz. "Kanları yerde kalmayacaktır"
nakaratını tekrarladığını görüyoruz.
Sayın Bakan, aslında, bu yönüyle gerçekten son derece tecrübeli,
soğukkanlı ve başarılı bir bakan. Bu yönüyle
son derece başarılı bir bakan. Bu tavrını, öyle
ki 1989 yılından bu yana sürdürüyor. Bakıyoruz, görev
yaptığı dönemlerde, döneme damgasını vuran
15-16 kritik siyasi cinayetin meydana geldiğini ve çoğu
cinayetin perde arkasının aydınlatılamadığını
görüyoruz.
Değerli arkadaşlarım,
şudur, politika şu, uygulanan politika şu: Gerçeklerin
hep gizlendiğini, başka bir zamanda bu olayların
başka bir şekilde tezahür ettiğini görüyoruz. Tetikçinin
yakalanması, görünür azmettirenin bulunması, bu olayların
çözüldüğü anlamına gelmez değerli arkadaşlarım.
Bataklığı kurutma ve kaynağa inme noktasında
hiçbir ciddi iradenin olmadığını görüyoruz. Onun
için, değerli arkadaşlarım, topluma "işte,
biz, Ogün Samast'ı yakaladık, görevimizi yaptık"
yolundaki mesajların doğru ve gerçekçi olmadığını,
inandırıcı olmadığını hemen ifade
etmek istiyorum. Tablo bundan ibaret değil, olay bundan ibaret
değil.
Bakanın, işte, hukuki ve
siyasi sorumluluğu burada başlıyor değerli arkadaşlarım,
buradan itibaren başlıyor. Failin bulunmasıyla olay
bitmiyor. Olayları yaratan sebep ve zemin nedir? Sayın Bakan,
maalesef, olayları yaratan sebep ve zeminlerin öyle veya böyle
içindedir. Kadrolaşma hareketinin doğrudan içindedir.
Sayın Bakan, artık, değerli
arkadaşlarım
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Kart, teşekkür
ediyorum. Lütfen
ATİLLA KART (Devamla) - Sayın
Başkan, bir dakika istirham ediyorum. Bir dakikada toparlayacağım.
BAŞKAN - Teşekkür için
açıyorum Sayın Kart. Lütfen
Buyurun.
ATİLLA KART (Devamla) - Değerli
arkadaşlarım, Sayın Bakan, artık, siyasetçi ve
devlet adamlığı kimliğiyle, maalesef, yetersiz
kalmakta ve güven vermemektedir. Hükümeti devletin ve anayasal kurumların
yerine yerleştirme politikalarından artık vazgeçin
Sayın Bakan.
Diğer olayları bir tarafa
bırakıyorum. Bakın, on başlık altında
açıkladığım olayların tamamında, siyasi
sorumluluğun dışında, Sayın Bakanın kişisel
anlamda hukuki ve cezai sorumluluğunun bulunduğunu önemle
ifade ediyorum. Bu sebepledir ki, biz, bu gensoru önergesine elbette
katılıyoruz, ama, gensoru önergesinin yeterli olmadığı,
Sayın Bakanın ve Sayın Başbakanın bu anlamda
görevi kötüye kullanma, Anayasa'nın 10'uncu maddesini ihlal
anlamda belli sınıf ve zümreye imtiyaz tanıma yönüyle
de cezai anlamda sorumlulukların bulunduğunu ifade etmek
gereğini duyuyorum.
İşte, değerli arkadaşlarım,
bu tahribatları gidermek noktasında, Cumhuriyet Halk Partisi
olarak, kamuoyu huzurunda bir kez daha söz veriyoruz.
Bu değerlendirmelerle, gerçeğe
ulaşmak adına gensoruya destek vereceğimizi ifade
ediyor, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (CHP ve Anavatan
Partisi sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Kart.
Sayın milletvekilleri, birleşime
on dakika ara veriyorum.
Kapanma
Saati: 16.37
İKİNCİ
OTURUM
Açılma
Saati: 16.51
BAŞKAN:
Başkan Vekili Sadık YAKUT
KÂTİP
ÜYELER: Yaşar TÜZÜN (Bilecik), Ahmet Gökhan SARIÇAM (Kırklareli)
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 62'nci Birleşimi'nin İkinci
Oturumu'nu açıyorum.
(11/8) esas numaralı gensoru
önergesinin gündeme alınıp alınmayacağı hususundaki
görüşmelere kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Hükûmet yerinde.
Şimdi söz sırası, AK
Parti Grubu adına söz isteyen Aziz Akgül, Diyarbakır Milletvekili.
Buyurun Sayın Akgül. (AK Parti
sıralarından alkışlar)
Süreniz yirmi dakikadır.
AK PARTİ GRUBU ADINA AZİZ
AKGÜL (Diyarbakır) - Değerli Başkan, değerli milletvekilleri;
görüşmekte olduğumuz gensoru önergesiyle ilgili AK Parti
Grubu adına sizleri saygıyla selamlıyorum.
Bin bir emekle kurulmaya çalışılan
huzur ve güven ortamını sarsmaya, ülkemizin asırlardır
sürdürdüğü barış içinde bir arada yaşama tecrübesine
gölge düşürmeye hiç kimsenin hak ve yetkisi olamaz. Ülkemizde
kaos ortamı oluşturmak isteyenlere, devlet-millet dayanışmasıyla,
milletimiz 73 milyon insanıyla kenetlenerek, bundan önce olduğu
gibi, bundan sonra da bu tür tezgâhları bozacak iradeye sahiptir.
Bir insanlık suçu olan terörün,
ancak birlik ve beraberlik içerisinde önlenebileceğine inanıyoruz.
Ülkemizin huzuruna ve bölünmez bütünlüğüne yönelik her türlü
terör örgütüne karşı mücadelede kararlılığımız
sonuna kadar devam edecektir.
Öncelikle, gensoru önergesinde
belirtilen AK Parti İktidarının ülke bazında
sıfır terörle göreve başladığı sözü gerçeği
yansıtmamaktadır. Nitekim, AK Parti İktidarı öncesi
beş yıl içerisinde meydana gelen terör olay sayısı
ile iktidarımız dönemini karşılaştırdığımızda,
terör olaylarının iktidarımız döneminde bariz
bir şekilde azaldığı görülecektir. AK Parti
İktidarına kadar görev alan Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetlerinin
de bu konuda ellerinden gelen gayretleri gösterdikleri inancındayım
ve bu çabalarından dolayı onları da şükranla
anıyorum.
AK Parti döneminde Türkiye'de suç
oranlarının geçmiş dönemler ve küresel gelişmelerden
bağımsız olarak arttığı, Türkiye'nin güvenli
bir ülke olmaktan uzaklaştığı ve toplumda kargaşaların
yaşandığı iddiası asla doğru değildir.
Sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için, bütün olayların
kayıt altına alınmasıyla bu ancak mümkün hâle gelebilir.
Yani, bir emniyet müdürünün ifadesiyle, artık polis, uçan kuşun
kanadı kırılsa suç numarası vermek durumundadır.
Buradaki değerli sözcülerden,
arkadaşlarımızdan Sayın Sarıbaş -ben burada
çağrıda bulunmak istiyorum- suç sayılarının
artışıyla ilgili, eğer, biraz evvel suç kayıtlarına
her faaliyeti, her olayı titizlikle kaydettiğimiz noktasındaki
bu düşüncemize eğer inanmıyorsa, lütfen, herhangi bir
polis karakoluna gitsin ve orada çok açıkça bunları görecektir.
Diğer taraftan, dünyadaki uygulamalar
göstermektedir ki, kurumlar, toplumsal destek ve iş birliği
olmaksızın ülkelerinin güvenlik sorunlarını
tek başlarına çözemezler. Hatırlanacağı üzere,
Hrant Dink cinayeti zanlısının otuz iki saat gibi
kısa bir sürede yakalanmasında, İçişleri Bakanlığının
bazı bilgileri basın yayın kuruluşlarıyla
paylaşmasının önemli bir katkısı olmuştur.
Saydamlık ve kurumsal iş birliği
BAŞKAN - Sayın Akgül, bir
saniye
Sayın milletvekilleri, lütfen,
yerlerinize oturur musunuz.
Buyurun Sayın Akgül.
AZİZ AKGÜL (Devamla) - Saydamlık
ve kurumsal iş birliği, zaaf olarak değil, bir güç ve kendine
güven olarak algılanmalıdır.
Değerli milletvekilleri,
İçişleri Bakanlığına yapılan ithamlarda
"asayiş olaylarındaki geometrik artış"
ifadesine yer verilmektedir. Oysa, suç oranlarındaki değişimi
gösteren en basit istatistikler dahi böyle bir tespiti doğrulamamaktadır.
Ülkemiz, mesela, Avrupa Birliğinin bazı ülkeleriyle
kıyaslandığında, altını çizerek ifade
etmek istiyorum, en güvenli ülkelerden birisidir. En çok eleştiriye
uğrayan İstanbul'un suç oranları dahi kendi ayarındaki
birçok şehrin altındadır. Üstelik, bu başarılar,
Türkiye'nin sınırlı imkânlarına rağmen sağlanmıştır.
Mala ve şahsa karşı
suçlar ile hırsızlıkla ilgili sizlere bazı karşılaştırmalı
örnekler vermek istiyorum: 2005 yılında, mala karşı
suçlarda, Türkiye'de 289.765 olay meydana gelirken, Fransa'da bunun
8,5 katı daha fazla olan 2 milyon 457 bin 186 olay meydana gelmiştir.
Yine, 2005 yılında, şahsa karşı işlenen
olay sayısı Türkiye'de 197.996 iken, Fransa'da bu 354.836 olarak
gerçekleşmiş ve Türkiye'den yüzde 45 daha fazla olarak meydana
geldiğini söyleyebiliriz.
K. KEMAL ANADOL (İzmir) - Ayaklanma
oldu Fransa'da, ayaklanma.
ALİ RIZA BODUR (İzmir) -
Başka ülke ver; ayaklanma oldu o dönemde Fransa'da.
AZİZ AKGÜL (Devamla) - Hırsızlıkta
da 2005 yılında Türkiye'de 234.828 olay meydana gelirken, Türkiye'den
yaklaşık 10 kat daha fazla olmak üzere, Fransa'da 2 milyon
429 bin 552 hırsızlık olayı meydana gelmiştir.
Değerli milletvekili arkadaşlarım,
bir de, olayların aydınlatılmasıyla ilgili güvenlik
güçlerimizin ne kadar başarılı çalışmalar
yaptığıyla ilgili de sizlere bazı örnekler vermek
istiyorum.
2005 yılında aydınlatılan
şahsa karşı işlenen asayiş olaylarında
2004 yılına göre yüzde 23 artış olurken, bu oran 2006
yılında, olayların aydınlatılmasında daha
büyük bir başarı sağlanarak, 2005 yılına göre
yüzde 59 bir artışla gerçekleşmiştir.
Yine, olayların aydınlatılmasıyla
ilgili, şahsa karşı işlenen asayiş olaylarında
2005 yılında 2004 yılına göre yüzde 10 artış
olurken, bu oran 2006 yılında, bir önceki yıla göre yine
çok büyük bir başarıyla, yüzde 43 olarak gerçekleşmiştir.
Aydınlatılan toplam asayiş
olayları değerlendirildiğinde, 2005 yılında
2004 yılına göre yüzde 19 artış olurken, 2006 yılında,
bir önceki yıla göre, olay aydınlatmalarında yüzde 54
artış sağlanabilmiştir.
Bir de, sizlere İstanbul ile
benzer bazı Avrupa ülkeleri asayiş olayları mukayesesi
de yapmak istiyorum. 2005 yılında, asayiş olayları
sayısı dikkate alındığında, Berlin'de
262.176 olarak gerçekleşen bu olay İstanbul'un 2,5 katıdır
ve -sizler de takdir edersiniz, Berlin, İstanbul'dan nüfus itibarıyla
da çok daha küçük bir şehirdir- mala karşı işlenen
suçlarda da benzer bir durumu görüyoruz; orada da aynı, yani
2005 yılında İstanbul'da mala karşı işlenen
suçlarda 85.513 olay meydana gelirken, İstanbul'un 3 katı,
yani 262.176 olay meydana gelmiştir. Hırsızlık olaylarında
da benzer bir durumu görüyoruz ve yine, Berlin'de, İstanbul'a nazaran,
hırsızlık olaylarında 2,5 kat daha fazla olay meydana
geldiğini görüyoruz. Paris'te de benzer bir durum var. Biliyorsunuz,
Paris'in nüfusu İstanbul'a -belki nüfus itibarıyla- daha
yakın, ama, bakın, 2005 yılında asayiş olayları
sayısı itibarıyla değerlendirdiğimizde, Paris'te
meydana gelen olayların sayısı, İstanbul'un 2 katı;
mala karşı suçlarda, İstanbul'a nazaran 2,5 katı,
hırsızlık olaylarında yine 2,5 katı kadar bir
olay sayısını görebiliyoruz.
Şimdi, burada, bu suç ve suçlulukla
ilgili değerlendirme yapılırken, ben, değerli arkadaşlarımızın
daha insaflı davranmalarını ve istatistiki verileri
daha anlamlı bir şekilde yorumlamaları gerektiğine
inanıyorum.
Değerli milletvekilleri,
suç oranlarındaki bu iyileştirmelerin sağlanmasındaki
basiretli yönetimi yanında, senelerce kaymakamlık, il
emniyet müdürlüğü, Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı,
valilik yapmış bulunan İçişleri Bakanı Sayın
Abdülkadir Aksu, Türkiye'nin en tecrübeli içişleri bakanlarındandır.
Değerli milletvekili arkadaşlarım, tecrübe ve yeterli
bilgi birikimine sahip olmak, sizin için, yönetimde önemli bir kriter
değil mi acaba? Dünyanın terör tehdidiyle sarsıldığı
bir dönemde Sayın Abdülkadir Aksu'nun İçişleri Bakanı
olması, Türkiye için bir şanstır. Bugüne kadar, tarihimizde,
asayişe müessir birçok olay meydana geldikten sonra, failleri
bulunmamışken dahi, hiçbir içişleri bakanı istifa
etmediği gibi, bakanlıktan da alınmamıştır.
Kaldı ki, Sayın Aksu'nun döneminde faili bulunamayan ve incelemesi
devam eden sadece bir tek olay vardır.
Bakın, burada da yine muhalefetten
arkadaşlarımız devamlı olay sayılarıyla
ilgili değerlendirmeler yapıyorlar. Biliyorsunuz, Sayın
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu iki dönem
İçişleri Bakanlığı yapmıştır. Bu
iki dönemde de, birinci döneminde, yani, 1991'deki süreçte, kendi
dönemlerinde sadece 12 olay; şu anda da AK Parti İktidarı
döneminde, kendi dönemlerinde 6 tane olay meydana gelmiştir.
Yani, toplam altı buçuk yıllık dönemde, sadece, toplam
18 olay meydana gelmiş. Ancak -ben ismini vermek istemiyorum-
her bir geçmişteki içişleri bakanımızın,
hükûmetlerimizin, ülkemizdeki asayişin, terörün azaltılması
için çok ciddi gayretler içerisinde olduklarına inandığım
için, ismini söylemeden sadece dönemi ifade etmek istiyorum. Bakın,
21 Kasım 1991-25 Haziran 1993, yani, yaklaşık, sadece
iki yıllık bir dönemde içişleri bakanlığı
yapmış olan değerli eski bir içişleri bakanının
döneminde tam 22 olay meydana gelmiştir. Dolayısıyla,
sadece olay sayılarını söylemek suretiyle Sayın
İçişleri Bakanımızı buradan tenkit etmenin,
ben, aynı zamanda pek insaflı bir açıklama şekli olmadığına
inanıyorum. Hatta, daha da ileriye gidilerek, mesela, muhalefetteki
değerli genel başkanlarımızdan bir tanesi, olaylarda,
yani, Sayın İçişleri Bakanımızın döneminde
meydana gelmiş olan cinayetler zikredilirken, onun zamanında,
Sayın İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu zamanında
olmamış olaylar dahi zikredilmiştir. Mesela, bunlardan
bir tanesi, 31 Ocak 2007 tarihinde yapılan açıklamada, emekli
orgeneral Sayın Ersöz'ün -rahmetle anıyorum- öldürülmesi
olayı da Sayın Abdülkadir Aksu dönemine atfedilmiştir.
Halbuki, biliyorsunuz, bu, bir başka bakanın döneminde öldürülmüştür.
Tabii ki, biz bu olayların hiçbir tanesini tasvip etmiyoruz ve
hiçbir şekilde de bu tür hadiselerin meydana gelmemesi için
elimizden gelen gayreti gösteriyoruz. Ben, geçmiş dönemlerdeki
hükûmetlerin ve siyasilerin de ülkede barışın, huzurun
tesis edilmesi noktasında ellerinden gelen gayreti gösterdiklerine
kesinlikle inanıyorum ve onlar da en az bizim kadar gayretin
içerisinde olmuşlardır.
Değerli milletvekili arkadaşlarım,
bugüne kadar, bakanlığı döneminde asayişe müessir
fiillerde Sayın İçişleri Bakanı, sadece bir bakan
olarak değil, bir emniyet müdürü, bir vali gibi sahada bilfiil
çalışma yapmakla kalmamış, olay meydana geldiğinde
de olay yerine ilk giden kişinin kendisi olduğu inkâr edilemez.
Bir partinin değerli genel
başkanı "Kameralar olmasaydı, Dink cinayetinin
faili yakalanmazdı." dedi. Şimdi sizlere soruyorum:
İstanbul'daki kameralar gökten zembille mi indi? Bunların
İstanbul'a yerleştirilmesi İçişleri Bakanı
Sayın Abdülkadir Aksu tarafından sağlanmadı mı?
ALİ RIZA BODUR (İzmir) -
Bankanın kamerası.
AZİZ AKGÜL (Devamla) - Sayın
Abdülkadir Aksu'nun bu altı buçuk yıllık İçişleri
Bakanlığı döneminde hiç hatası yok mu? Bana göre
var.
NURİ ÇİLİNGİROĞLU
(Manisa) - Say, say
AZİZ AKGÜL (Devamla) - Bu hatası
nedir biliyor musunuz? Başkaları gibi şov yapmaz, devlet
ciddiyeti içinde, az ve öz konuşarak işini en iyi şekilde
yapmaya çalışır. Dolayısıyla, ne yazık
ki, bir erdem ve fazilet olarak algılanması gereken bu davranış
biçimi, bazıları tarafından, belki anlamsız olarak,
bir zaaf olarak değerlendirilebilir.
Değerli milletvekillerim,
suç ve suçlulukla mücadele topyekûn bir mücadeledir. Bu, asla, sadece
İçişleri Bakanlığının görevi değildir.
Suçların faillerinin bulunması ve suçların önlenmesi
bakımından büyük başarı elde eden İçişleri
Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu'nun, bunun dışında,
bakanlıkta elde ettiği birçok başarı vardır.
Ben sadece bu projelerden birkaç tanesini bilgilerinize sunmak
istiyorum: Belediyelerde Performans Ölçümü Projesi, Mobil Elektronik
Sistem Entegrasyon Projesi -biliyorsunuz, İstanbul'da ilk defa
uygulanmaya başlandı, şimdi Türkiye'nin her tarafına
yaygınlaştırılıyor-, Toplum Destekli Polislik
Projesi, Suç Analizi Projesi, Jandarma Bölgesinde Bilgisayar Destekli
Suç Haritalarının Oluşturulması ve Suç Analizlerinin
Yapılması Projesi, Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası
uygulaması, Kimlik Paylaşımı Sistemi, Sahil Güvenlik
Komutanlığı Mobil Radar Projesi gibi birçok projeyi
zikredebiliriz.
Değerli milletvekilleri, sorarım
sizlere: İçişleri Bakanının daha ne yapmasını
istiyorsunuz? Bir İçişleri Bakanı, eline tabancayı
alıp bizatihi suçlu kovalamasını mı bekliyorsunuz?
Biraz insaflı olmak gerekir. Bu güzel memleket için candan çalışanların
hakkını yememeniz gerekir. İçişleri Bakanı
Sayın Abdülkadir Aksu sizden takdir beklemiyor. Bütün üstün
gayretler karşısında kendisine teşekkür edilmesi
gerekirken bu acımasız tenkitleri, en hafif tabiriyle, insafsızlık
olarak değerlendiriyorum. Dünyanın hiçbir yerinde böyle
bir muamele görülmez. Mesela, Paris'teki kenar mahallelerde geçen
sene meydana gelen olaylar sebebiyle, orada muhalefet
İçişleri Bakanının istifa etmesini mi istedi?
Hayır. Ne yaptı? Toplumsal huzurun temin edilmesi için
müşterek çalışmalar yapıldı.
Değerli milletvekilleri, muhalefetteki
arkadaşların iddialarının aksine, ülkemizdeki
insanlar, ekonomik, sosyal ve siyasal etkinliklerini, zaman ve
mekân farkı olmaksızın, rahatlıkla yerine getirebilmektedirler.
Böyle bir toplumda kargaşa kavramını ortaya atmak,
kavramların anlamını bilmemek veya art niyetli olmak
demektir. Gensoru önergesinde, "kargaşa ortamı devam
etmekte" şeklinde bir ifade bulunmaktadır. Güvenlik
konularında kavramlar böylesine özensiz kullanılmamalıdır.
Özellikle siyasi partiler, halkı tahrik edecek bu tür tahriklerden
kaçınmalıdır. Aksi takdirde, bu siyasiler, olmayan
kargaşayı, kitleleri yanlış bilgilendirerek kendileri
getireceklerdir.
Bugünkü Türkiye'de, kargaşa,
yani kaostan bahsetmek mümkün değildir. Kargaşanın ne
olduğunu merak edenler, AK Parti İktidarı öncesindeki
Türkiye'ye bakması gerekir. Bırakınız kargaşayı,
Türkiye, AK Parti İktidarı döneminde, cumhuriyet döneminin
en büyük büyüme oranlarını yakalaması yanında,
sürekli büyümeyi sağlamış ve bunun etkisi istihdama
da yansımıştır. AK Parti İktidarı olarak
açlık sınırında olanların sayısını,
2002 yılında 926 bin olarak aldık ve 2005 yılında
yüzde 33 azaltarak 623 bin kişiye indirdik. İşsizlik
oranını da benzer şekilde azalttık. 2002 yılında
yüzde 10,3 olarak aldığımız işsizlik oranını,
Ekim-2006 itibarıyla yüzde 9,3'e indirgedik. Diğer taraftan,
TÜSİAD onursal başkanlarından Sayın Ömer Sabancı'nın
ifadesiyle, sadece 2005 yılında, Türkiye, kamu ve özel sektörleriyle
birlikte yaklaşık 1 milyon 400 bin kişiye iş imkânı
sağlamıştır. Bu durum, istikrarla mı yoksa kargaşayla
mı sağlandı! Eleştirirken insaflı olunması
gerektiğine inanıyorum.
Bazı rakamlar daha vermek istiyorum:
Bakınız, İktidarımız döneminde, Aralık-2002'de,
buzdolabı fiyatı 1.092 YTL'ydi, Aralık 2006 tarihi itibarıyla
bu, 655 YTL'ye geldi. Yani, yüzde 40, fiyatlarda düşme meydana
geldi. Bu, kargaşa ortamında olabilir mi? Bu, ancak ekonomik
ve siyasal istikrar zamanında olabilecek bir şeydir. Ortalama
memur maaşlarıyla ilgili değerlendirme yaptığımızda
da: Aralık 2002'de 578 YTL olan maaş, Aralık 2006'da 995 YTL,
yani yüzde 72 artırdık.
YÜCEL ARTANTAŞ (Iğdır)
- Polislerin maaşı ne kadar arttı?
AZİZ AKGÜL (Devamla) - Maaş
ve ücret artışlarına baktığımız zaman
da hepimizi ilgilendiren hususlara baktığımızda,
net asgari ücrette bu, yüzde 106,5; Bağ-Kur'lularda yüzde 186,4
olarak gerçekleşti.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Akgül, lütfen
toparlar mısınız.
Buyurun.
AZİZ AKGÜL (Devamla) - Teşekkür
ediyorum Değerli Başkanım.
Bundan iki gün önceki Radikal gazetesinde,
yani 11 Şubat tarihli Radikal gazetesinde, yani 11 Şubat
tarihli Radikal gazetesinde eski Hazine Müsteşarı Sayın
Mahfi Eğilmez -fevkalade değerli bir iktisatçı- kendisi,
AK Parti İktidarı döneminde uygulanan ekonomik politikaların
elde edilen sonuçlarını değerlendirirken aynen
şu ifadeyi kullanıyor: "Müthiş bir başarı!"
Ve daha da ileriye giderek, son dört yılın değerlendirilmesinde,
zaten olağanüstü başarılı bir değerlendirme
olarak makalesinde yer veriyor. Şimdi, müthiş bir başarının
elde edildiği bir ortam, bir istikrar ortamı mı yoksa
bir kargaşa ortamı mı?
Diğer taraftan, bugün "faili
meçhul cinayet" kavramı neredeyse unutulmuştur; suçlular,
neredeyse anında yakalanmakta ve adli mercilere teslim edilmektedir.
İçişleri Bakanlığı birimlerinin görevi de
zaten budur, yani zanlıları yakalamak ve adli birimlere
teslim etmek. Danıştay cinayeti, çeşitli sivil ve
resmî kurumlara bombalı saldırı girişimleri, rahip
cinayeti, Dink cinayeti gibi önemli siyasi saldırılardaki
zanlılar da çok kısa bir sürede yakalanmış ve adli
makamlara teslim edilmiştir. Bu, geçmişte pek de rastlanmayan
bir durumdur. Bugün Hükûmeti eleştiren birçok siyasi partinin
iktidarları döneminde, bu başarılar hayal dahi edilemezdi.
Bu nedenle, birçok siyasi cinayet faili meçhul kalmıştır.
Güvenlik kuvvetlerimizin terörle mücadele alanındaki bu başarısı,
belki muhalefet tarafından takdir edilmeyebilir; ancak, yabancı
ülkeler tarafından takdirle karşılanmakta, yabancılar
güvenlik güçlerimizin bilgisine başvurmakta, güvenlik kuvvetlerimizin
eğitim imkânlarından faydalanması yönünde talepler
yapmaktadır. Bütün bunlar da güvenlik politikaları bakımından
haklı bir gurur içerisinde olmamızı gerektirmez mi?
ALİ RIZA BODUR (İzmir) -
Kendi başını deremeyen, gelin başı dermeye
kalkarmış!
AZİZ AKGÜL (Devamla) - Değerli
milletvekilleri, bugüne kadar hukuka ve ahlaka uygun başarılı
bir şekilde çalışmış olan kahraman güvenlik
personelimizi takdir ediyorum, şehitlerimize Allah'tan rahmet
diliyor, gazilerimize de şükranlarımı arz ediyorum.
Konuşmamı, 3 Şubat
2007 tarihli, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Sayın
Recep Tayyip Erdoğan'ın açıklamasında yer alan ifadeleri
de hatırlatarak bitirmek istiyorum: "Göreve geldiğimiz
günden bu yana, bir olay hariç, faili meçhul cinayet kalmamıştır.
Dink cinayeti failini de otuz iki saat içinde yakalayıp yargıya
teslim ettik."
K. KEMAL ANADOL (İzmir) - Babası
ihbar etti.
AZİZ AKGÜL (Devamla) -
"Araştırmalarımız bununla kalmamış,
'bunun bağlantıları olabilir' denilmiş, Hükûmetimiz
bunun da üzerine gitmiştir. Şu anda bu bitti mi? Bitmedi,
bunların da üzerine gitmeye başladık. Ne gibi yerlere
gidiyorsa onların da takipçisiyiz ve yaptığımız
olay şu: Nereye ulaşıyorsa nereye kadar uzanıyorsa
bunları deşeceğiz."
Hepinize saygılar sunarım.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Akgül.
Önerge üzerinde, Hükûmet adına,
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu cevap verecekler. Sayın
Bakan söz istemişlerdir.
Buyurun. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Sayın Bakan, süreniz yirmi dakikadır.
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; konuşmama başlamadan önce, yüce Meclisin
siz değerli üyelerini saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlar,
başta Bakanlık olarak, Emniyetimiz, Jandarmamız ve Sahil
Güvenlik personelimizle birlikte, yurdumuzun iç güvenliğini,
asayişini ve kamu düzenini sağlamak için çalışıyoruz
ve her türlü tedbiri de alıyoruz.
Değerli arkadaşlar,
Hükûmet olarak, teröre karşı olan mücadelemizi, bu konuda
görevli tüm kesimlerle koordinasyon ve iş birliği içerisinde,
etkin ve kararlı bir şekilde sürdürüyoruz.
Yine, Hükûmetimiz döneminde, Terörle
Mücadele Yüksek Kurulu, yeni bir konseptle kurumsal bir yapıya
kavuşturulmuş ve alınması gereken tedbirler en
üst seviyede belirlenmeye başlamıştır.
Hükûmetimizin iş başına
geldiği dönemde terör örgütleri sınır aşan çok
uluslu bir karakter sergilemeye başlamışlardı.
11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'nde ve daha
sonra sırasıyla İspanya, Londra, Mısır,
İstanbul, Ürdün ve Endonezya'da meydana gelen olaylar, terörün
hangi boyutlara ulaştığını göstermekteydi.
Bakanlığım döneminde güvenlik kuvvetlerimizin başarılı
mücadeleleri neticesinde, önceki yıllara göre terör olaylarının
ivmesinin sürekli düştüğü, devamlı bir azalış
trendinde olduğu ve olayları önleme ve faillerin yakalanmasında
güvenlik güçlerimizin refleksinin arttığı da bir gerçektir.
2003 yılında, İstanbul'da,
sinagoglara, İngiltere Başkonsolosluğuna ve özel
bir banka binasına yönelik bombalı saldırıların
failleri yirmi dört saat; 9 Mart 2004 tarihinde, İstanbul'da bulunan
Hür ve Kabul Edilmiş Büyük Mason Locası Derneğine yönelik
saldırı olayının failleri iki günde; 24 Ekim 2004
tarihinde, Trabzon'da, McDonald's restoranda bomba atılması
eylemini gerçekleştiren fail olaydan çok kısa bir süre sonra;
5 Şubat 2006 tarihinde, Trabzon'da, yine Santa Maria Kilisesi
rahibi Andrea Santoro'nun silahlı saldırı sonucu öldürülmesi
olayının faili olaydan yirmi dört saat sonra; 17 Mayıs
2006 tarihinde, Danıştay baskını olayının
faili ve iş birlikçileri hemen olay sonrası -ki, bunlar aynı
zamanda 2006 Mayıs ayında Cumhuriyet gazetesi binasına
yapılan silahlı saldırının da failleriydi-
yakalanmış ve adalete teslim edilmişlerdi.
Görüldüğü üzere güvenlik güçlerimiz
suçluların büyük bir bölümünü kısa sürede yakalayıp
adalete teslim etmektedir. Ancak, 18 Aralık 2002 tarihinde Doktor
Necip Hablemitoğlu'nun öldürülmesi olayının aydınlatılmasına
yönelik özel bir ekip kurulmuş ve olayın çözümüne yönelik
çalışmalar da hassasiyetle sürdürülmektedir.
Bakanlığım döneminde
meydana gelen siyasi cinayet olaylarından, biri hariç, tamamının
failleri yakalanmış ve olaylar aydınlatılmıştır.
Güvenlik güçlerimiz teröre karşı
böylesine bir mücadele verirken diğer yandan da Hükûmetimiz,
terörle mücadele konusunda uluslararası iş birliğini
gerektiren birçok anlaşmaya da imza atmıştır. Bakanlığım
döneminde, uluslararası güvenlik iş birliği faaliyetleri
kapsamında 25 ülkeyle anlaşma, protokol, mutabakat zaptı
ve toplantı tutanağı şeklinde 31 adet hukuki metin
imzalanmıştır. Bu gerçekleştirdiğimiz
iş birliği sonucu, Avrupa Birliği, 2002 yılında
DHKP/C, 2004 yılında PKK/KONGRA-GEL ve İBDA-C terör örgütlerini;
Amerika Birleşik Devletleri ise PKK ve DHKP/C terör örgütlerini
terör örgütleri listesine almıştır. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Yine, yaptığımız
çalışmalar sonucunda, terör örgütleri mensupları,
dost ve komşu ülkelerde yakalanarak, ülkemize iade edilmeye
başlanmıştır. Bu çerçevede, 2002 yılından
bu yana, İran, Suriye, Irak, Yunanistan, Azerbaycan, Ukrayna ve
Kazakistan'dan toplam 177 terörist yakalanarak ülkemize teslim
edilmiştir.
Emniyet teşkilatımızın
koordinesinde -bakın, burası çok önemli- DHKP/C terör örgütüne
yönelik olarak, İtalya, Hollanda, Almanya, Belçika ve ülkemizde
eş zamanlı olarak 1 Nisan 2004 tarihinde yapılan operasyon,
müşterek operasyon sonucu toplam 128 örgüt mensubu yakalanmış
ve 65'i tutuklanmıştır. Bu operasyonların önemli
özelliği, ülkemizin uluslararası alanda terör örgütlerine
yönelik gerçekleştirdiği ilk operasyon olması ve Bakanlığım
döneminde gerçekleşmiş olmasıdır.
Yine, değerli arkadaşlar,
Bakanlığım döneminde çok sayıda bölücü terör örgütü
mensubu etkisiz hâle getirilmiş ve örgütün eylem stratejisi
büyük ölçüde engellenmiştir.
Yine, söz konusu bölücü terör örgütüne
karşı 2004-2006 yılları arasında yapılan
operasyonlar neticesinde, silahlı ve bombalı saldırılar
konusunda eğitim görmüş toplam 168 terör örgütü mensubu yakalanmış
ve böylece, örgütün, muhtemel bombalama türü eylemleri de bu
şekilde engellenmiştir.
Yurt içerisinde, güvenlik güçlerimiz,
bölücü, aşırı sol ve sağ ve dinî motifli terör örgütlerine
yönelik çok önemli operasyonları, yine, Hükûmetimiz döneminde
gerçekleştirmiştir. Yine, bu operasyonlar sonunda, 594'ü
ölü, 70'i de yaralı olmak üzere toplam 664 terörist etkisiz hâle
getirilmiştir.
Sonuç olarak, terörle mücadele
alanında tüm güvenlik güçlerimiz ve yargı organlarımız,
bugüne kadar görülmediği şekilde, en üst düzeyde koordineli
bir iş birliği içerisinde çalışmaktadırlar.
Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; asayişin sağlanmasında
en önemli kamusal dinamiklerden birisinin de güvenlik tedbirlerinin
sosyoekonomik politikalarla desteklenmesi olduğuna inanıyoruz.
Huzur ve asayişin temini yalnızca bir polisiye sorun değildir.
Elbette, öncelikli olarak asayişin korunması ve huzurun
temin edilmesi güvenlik güçlerimizin işidir. Ancak, suç ve suçluluk
birer sosyal hadisedir. Suç işlenmesinin arkasındaki sosyal,
kültürel, psikolojik ve ekonomik sebeplerin bir arada düşünülüp
değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim, biz, Hükûmet olarak
meseleyi böyle görüyoruz; bunun için de kısa, orta ve uzun vadeli
olarak ele aldık ve çalışmaları da bu kapsamda yürütüyoruz.
Değerli arkadaşlar, suç
oranları ile ekonomik sorunlar arasında doğrudan bir
bağlantı vardır. Hükûmetimiz, ekonomik sorunların
zirvede olduğu 2001 krizinden hemen sonra işbaşına
gelmiştir. 2001 krizi ekonomide önemli bir daralmanın yaşandığı
ve işsizlikte ciddi artışların olduğu bir dönemdir.
İşsizlik ve ekonomik krizi takip eden yıllarda suç oranlarında
da ciddi bir patlama görülür. Ülkemizde de önceki hükûmetlerin ihmalleri
ve gerekli adımları zamanında atmamış olmaları
nedeniyle Hükûmetimize büyük sorunlar yumağı miras olarak
bırakılmış, onların hatalarının bir
yansıması olarak suç istatistiklerinde de kısmi bir
artış olabilmiştir. Dolayısıyla, Hükûmetimiz,
önceki hükûmetlerin neden olduğu ekonomik sorunların tetiklediği
suçu artırıcı ortam ile de mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; Türkiye hızlı bir toplumsal
değişim ve dönüşüm sürecindedir. Önceleri Ceza Yasası'nda
dahi tanımlanmamış eylemler bugün suç olarak tanımlanmakta
ve ilgililer hakkında yasal işlem yapılmaktadır.
Özellikle bilişim sektöründe -ki, bugün, Sayın Genel
Başkanımız, Grup toplantısında, bu konu üzerinde
çok tafsilatlı bilgiler de verdiler- meydana gelen gelişmeler,
kredi kartı dolandırıcılığı, İnternet
yoluyla yapılan dolandırıcılıklar, hırsızlıklar,
çocuk pornosunun dijital teknolojiyle yayılması ve bunun
gibi suç türleri, teknolojik değişime bağlı olarak
yeniden tanımlanmış suç türleridir. İşte bu
nedenlerle, özellikle gençlerimizin İnternet aracılığıyla
işlenen sanal suçlardan, bilgi kirliliğinden ve elektronik
ortamdaki tüm olumsuzluktan korunması da
Bunları içeren
yasa tasarısı Hükûmetçe hazırlanarak Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanlığına sunulmuştur. Bunlara
paralel olarak da güvenlik teşkilatlarımızda yeni birimler
kurdurulmuş ve bu tür suçlarla mücadele başarılı
bir şekilde de sürdürülmektedir. Yeni tanımlanan bu suç
türleri, doğal olarak suç oranlarını da artırmaktadır.
Değerli arkadaşlar, suç
ve suçlu ile mücadele, toplumun tüm kesimlerinin birlikte yapması
gereken bir mücadeledir. Dünyadaki uygulamalar göstermektedir
ki, kurumlar, toplumsal destek ve iş birliği olmaksızın
ülkelerinin güvenlik sorunlarını tek başlarına
çözemezler. İşte, Bakanlığımız, bu anlamda
birçok sivil toplum örgütüyle iş birliğine gitmiş ve
çok olumlu sonuçlar sağlanmıştır.
İktidarımız döneminde,
demokratikleşme ve vatandaşlarımız ile güvenlik
güçlerimiz arasındaki güven bağının güçlenmesi
sonucu, daha önceden mağduru olduğu bir suç nedeniyle karakola
veya adli makamlara gitmekten tereddüt eden mağdurlar ve yakınları,
son dönemdeki büyük değişimle, sağladığımız
güven ortamından aldığı güçle, karşı karşıya
kaldıkları, mesela, tecavüz, aile içi şiddet ve cinsel
suç gibi saldırıları güvenlik güçlerimize artık
bildirebilmektedirler. Bu, bildirimlerde, dolayısıyla,
suç istatistiklerinde de yerini almaktadır.
Çocuk pornosu, aile içinde çocuklara
taciz ve cinsel saldırı suçlarının kamuoyuna son
günlerde yansımasının nedeni, suçta yaşanan bir
artıştan ziyade, zaten geçmişte var olan bu suçların
Bakanlığımızca tespiti ile cesurca ve sorumluluk
bilinciyle üzerine gidilmesinden de birazcık kaynaklanmaktadır.
Bakanlığım döneminde,
özellikle, şiddet gören ve tacize uğrayan kadınların
ve çocukların korunmasına da özel bir önem verilmiştir.
Yukarıda zikrettiğim bu suç türlerinin üzerine gitmiş
olmamızla birlikte, doğal olarak, bu suçlara ilişkin
veriler de istatistiklerde yer almaktadır.
Değerli arkadaşlar, gensoru
önergesini veren arkadaşlarıma soruyorum: Bir ülkede
gerçekten kargaşa varsa, o ülkeye milyarlarca dolarlık yabancı
sermaye gelir mi? Ülkenin borsası yükselir mi? Para birimi değer
kazanır mı? Ülkede enflasyon tarihinin en düşük düzeylerine,
tek haneli rakamlara kadar iner mi? Eğer Türkiye bugün ekonomik
bir atılım içindeyse, yabancı yatırımcılar
büyük bir ilgisini Türkiye'ye yönlendirmişse, bu, Türkiye'mizin
güvenli bir ülke olduğunun da açık bir göstergesidir.
Bakın arkadaşlar, ülkemizin
nasıl güvenli bir ülke olduğunu gösteren rakamları,
biraz önce konuşan arkadaşımız, Grubumuz adına
konuşan arkadaşımız verdi, ben onlara girmeyeceğim.
Onun için, arkadaşlarıma diyorum ki, geliniz, artık,
yabancıların da gördüğü, ekonomi dâhil tüm alanlarda
başarılı ve güvenli olduğumuz gerçeğini artık
kabul edin.
Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; vatandaşlarımızın
huzur ve güvenliğini temin eden güvenlik güçlerimizin sayısı
da, suç ve suçlu ile mücadelenin en önemli unsurlarından biridir.
İktidara geldiğimiz tarihte polis sayısı, olması
gereken sayının çok altında idi ve gelişmiş ülkelerle
kıyaslanmayacak kadar düşüktü. Özellikle, İstanbul
gibi bazı şehirlerimizde, kişi başına düşen
güvenlik görevlisi sayısı, âdeta suçlulara cesaret verecek
bir orandaydı.
Bizden önceki iktidar döneminde,
dokuz aylık eğitimle, yılda yaklaşık 10 bin polis
memuru kadroya katılırken, polis okulları kapatılarak,
büyük bir kısmı, polis meslek yüksekokullarına dönüştürülmüş.
Polisin eğitim seviyesinin artırılması bakımından
olumlu, ancak polis sayısında muazzam bir düşüş,
yarı yarıya, 10 binden 4.500'e düşmüş ve 2002 yılı
içerisinde de hiç polis memuru mezun vermemiştir.
İşte, biz, bunu telafi etmek
için bütün gayretimizle yeni polis meslek yüksekokulları açtık,
dört yıllık fakülte, yüksekokul mezunlarına altı
aylık yoğun eğitimle polis olabilme imkânı getirdik
ve sonuçta: İktidara geldiğimizde, yılda ortalama
4.500 polis adayı kadroya katılırken, 2006 yılında
bu 11 binin üzerine çıkmıştır, 2007 yılı sonu
itibarıyla da, inşallah, 17 binin üzerine çıkmış
olacaktır.
Sayın Başkan, değerli
arkadaşlar; bir taraftan polis açığının kapatılması
için tedbirler geliştirirken, diğer yandan da bilişim
ve iletişim teknolojilerini en üst seviyede kullanarak, alan
hâkimiyetinin sağlanmasını, dolayısıyla
suç ve suçlu ile daha iyi mücadele etmeyi de amaçlıyoruz.
Güvenlik güçlerimiz, suçlulukla
mücadelede etkinliği artırmak için bilişim teknolojilerini
de kullanarak çeşitli projeler yürütmektedirler. Bu maksatla,
mobil iletişim teknolojisinin kamu hayatındaki önemi
doğrultusunda olaylara en kısa süre içerisinde müdahale
etmek, kişi hak ve hürriyetlerini ön planda tutarak, vatandaşımıza
en hızlı ve iyi hizmet sunma gibi hedeflerimiz çerçevesinde,
bildiğiniz gibi, 2005 yılında İstanbul ilinde faaliyete
geçirdiğimiz MOBESA Projesi'ni, şimdi, diğer illerimize
de yaygınlaştırmak için çalışmalarımızı
sürdürüyoruz. 2007 yılı Ocak ayı sonu itibarıyla,
34 il ve 14 ilçe olmak üzere, toplam 46 birimimizde MOBESA Projesi'nin
keşif ve projelendirme çalışmaları tamamlanmış,
birçoğunda ihale safhasına gelmiştir.
Yine, polisimizin, Polis Bilgi
Sistemi POLNET Projesi'ni de 2006 yılında
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakan, lütfen
toparlar mısınız.
Buyurun.
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Tamam.
tüm emniyet birimlerini kapsayacak
şekilde yaygınlaştırdık. Suç Analiz Projesi
kapsamınca, Suç Analiz Merkezini faaliyete geçirdik. Suçun daha
oluşmadan önlenmesini amaçlayan Toplum Destekli Polislik Projesi'ni
başlattık.
Yine, Jandarmamız, "JEMUS"
olarak isimlendirdiğimiz Jandarma Entegre Muhabere ve Bilgi
Sistem Projesi'ni tüm jandarma teşkilatımıza yaymak
için büyük bir atılım başlattık ve yine, jandarma
bölgesinde işlenen suçların yerleri, zamanları, yoğunlaşma
dönemleri ve hassas bölgelerin belirlenmesiyle, önleyici kolluk
faaliyetlerinin etkin şekilde yürütülmesi maksadıyla
bilgisayar destekli Suç Haritalarının Oluşturulması
ve Suç Analizlerinin Yapılması Projesi'yle, Kimlik Bildirim
Sistem Projesi'ni de jandarmada devreye soktuk.
Yine, Sahil Güvenlik Komutanlığımızın,
görevlerini en iyi şekilde icra etmesi maksadıyla da Mobil
Radar Temini Projesi'ni devreye aldık.
Tüm bu çalışmaların
yanında, aynı zamanda, güvenlik birimlerimizin, araç, gereç,
ekipman ihtiyaçlarının karşılanmasıyla, hizmet
binaları ve lojman ihtiyaçlarının -bilhassa bu çok
önemlidir- bilhassa Doğu, Güneydoğu Anadolu Bölgemizde
bu ihtiyaçların giderilmesi konusunda da önemli adımlar
attık, ciddi mesafeler aldık. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; örgütlü suçların, mücadele
edilmediği takdirde ülke ekonomisine zarar verdiği, ticari
faaliyetleri engellediği, kanun hâkimiyetini zedeleyerek
devlete olan güveni sarstığı, vatandaşlarımızın
huzur ve güvenliğiyle beden ve ruh sağlığını
bozduğu da bilinen bir gerçektir. İşte bu nedenle,
İçişleri Bakanı olarak göreve başladığım
tarihten itibaren bu konuya da özel bir önem verdim. Ayrıca, hepinizin
bildiği gibi, insan ticareti, fuhuşla mücadele, uyuşturucu
ticareti de bugün toplum için utanç kaynağı olmaya devam etmektedir,
bunlarla da amansız bir mücadele yürütmekteyiz.
Güvenlik güçlerimiz, gerek uluslararası
terörizm, gerek yasa dışı göç ve insan ticareti, gerekse
uyuşturucu ticareti konularında çok başarılı
bir mücadele vermektedirler.
Şunu iftiharla söyleyeyim
ki, 2003, 2004, 2005, 2006 yılları, uyuşturucu, insan ve
silah kaçakçılığıyla, organize suçlarla mücadele
açısından cumhuriyet tarihimizin en başarılı
yıllarından olmuştur. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Uyuşturucu madde kaçakçılığına
karşı yapılan mücadele sonucu, rekor seviyede yakalamalar
gerçekleştirilmiş ve ulusal ve uluslararası seviyede
faaliyet gösteren uyuşturucu madde kaçakçılığı
organizasyonları, çeteleri de çökertilmiştir. (AK Parti
sıralarından alkışlar)
Bakınız, sadece çok büyük
parti yakalamalardan bahsetmek istiyorum. Güvenlik güçlerimiz,
5 Kasım 2003'te 617 kilo eroin, 26 Ocak 2004'te 1 ton 4 kilo eroin,
29 Mart 2004'te 4 ton 910 kilo baz morfin, 21 Ekim 2005'te 1 ton 51 kilo eroin
olmak üzere
Bunlar, muhtelif tarihlerde ve tek seferde yakalanan
önemli miktarda uyuşturuculardır. Son dört yıl içerisinde
gerçekleştirilen 22.339 operasyonda 48.145 şahıs yakalanmış
ve değişik cinslerden toplam 59.618 kilogram uyuşturucu
elde edilmiştir. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Ayrıca, son olarak, Kapukule
gümrük alanı içerisinde de, geçtiğimiz günlerde -9 ve 12
Şubat 2007 tarihlerinde- bir parti 564, bir parti de 202 kilo olmak
üzere, toplam 766 kilo da eroin yakalanmıştır. Güvenlik
güçlerimiz
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakan, buyurun.
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Biraz da sorulara da cevap verecektim,
müsaade ederseniz, biraz sonra, bazı arkadaşlarımızın
şeyleri oldu.
Yalnız, bu uyuşturucuyla
mücadele konusundaki başarıları, İçişleri
Bakanı olarak ben söylemiyorum, uluslararası kuruluşların
raporlarında bu, açık ve net bir şekilde belirtiliyor.
Bakın, 2005 Avrupa Birliği İlerleme Raporu'nda, ülkemizin,
sadece kişileri tutuklamak yerine kaçakçılık
şebekelerini çökertmeyi hedefleyen, daha gelişmiş
soruşturma teknikleri kullanmaya başladığı
da belirtilmiştir.
Yine, öte yandan, aynı raporlara
göre 2003-2006 yılları arasında da biz, ayrıca organize
suç örgütlerine yönelik olarak da amansız bir mücadele verdik.
1.007 operasyon gerçekleştirildi organize suç örgütlerine
karşı.
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Malatya) -
Bize de ek süre vereceksin değil mi Sayın Başkan.
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Bakın, insan ticareti önlenmesi
kapsamında, sadece son üç ay içerisinde 11 ilimizde gerçekleştirilen
projeli operasyonlar neticesinde, fuhuş amaçlı çalıştırılan
toplam 161 bayan ile bu işlerin organizatörü olan organize suç
örgütü elemanı 188 insan taciri yakalanmıştır.
Geriye doğru son dört yıllık
icraatlarımızı göz önüne getirirsek, gösterişsiz,
etkili ve amansız bir suç ve suçlu ile mücadele yöntemini benimsediğimiz
hemen görülecektir. İktidarımız döneminde şov
yapmadan, gerçekçi tedbirler alınarak çetelerle ciddi mücadele
edilmiştir.
Gerçekleştirilen projeli
operasyonlar neticesinde, ulusal ve uluslararası alanda faaliyet
gösteren çok sayıda organize suç örgütü çökertilmiştir.
(AK Parti sıralarından alkışlar) Bugün kendini organize
suç örgütü başı olarak lanse eden bir kişi bile dışarıda
değil, göremezsiniz, rastlayamazsınız.
ÖMER ABUŞOĞLU (Gaziantep)
- Yenileri türedi Sayın Bakan, yenilerinden haber ver.
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla)- Bundan sonra da tüm yasa dışı
faaliyetlere karşı olan mücadelemiz kesintisiz bir
şekilde devam edecektir. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Müsaadenizle, biraz da son,
İstanbul'daki müessif olaydan bahsederek konuyu tamamlamaya
çalışacağım. Bildiğiniz gibi, 19 Ocak 2007 tarihinde
öldürülen gazeteci-yazar Hrant Dink'in katil zanlısı yirmi
dört saat sonra tespit edilmiş -eşkâli ve kim olduğu- olaydan
otuz iki saat sonra da yakalanmıştır.
Olay, gensoru önergesinin gerekçesindeki
tüm hususlar ve iddialar da dâhil olmak üzere, bütün yönleriyle adli
yönden cumhuriyet savcılarımız tarafından soruşturulurken,
idari yönden ve disiplin yönünden de görevlendirdiğimiz müfettişlerimiz
çalışmalarını sürdürmektedirler. Yürütülen soruşturmalar
çerçevesinde, kanunların gerektirdiği her şey yapılmaktadır.
Kimin ihmali varsa, kimin suçu varsa kanunlar nezdinde hak ettikleri
cezaya çarptırılacaklarından hiç kimsenin kuşkusu
olmasın. Olayın başından itibaren, sorumlu bir Bakan
olarak, bu menfur olayın üzerine kararlılıkla gidileceğini,
olayın, zaman, mekân, şahıs, kurum, bütün boyutlarıyla
açığa kavuşturulması ve sorumlularının
tespiti için gerekeninin yapılacağını açıkladım.
Bu çerçevede, müfettişlerimiz ve yargı görevine devam
ediyor.
Değerli arkadaşlarım,
değerli milletvekilleri; olayın başlangıcından
bugüne kadar cumhuriyet savcılarımız, güvenlik güçlerimiz
ve müfettişlerimizce yapılan tüm çalışmalar, hukuki
zeminde sabırla ve dikkatle yürütülürken, bütün bu çalışmaları
ve gelişmeleri göz ardı ederek, âdeta başka bir gezegende
yaşıyormuşçasına olaylardan bihaber bir şekilde,
güvenlik güçlerimizin, adli organlarımızın insafsız
bir ölçüde eleştirilmelerini kabullenmemiz mümkün değildir.
MEHMET ZİYA YERGÖK (Adana) -
Uzayda yaşıyorsun sanki!
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Yine, maalesef, güvenlik teşkilatlarımız
aleyhine açıklamalarda bulunarak
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakan, lütfen
Teşekkür için açıyorum Sayın Bakan.
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Hayır, bunu bir tamamlayayım,
bu güvenlik güçlerimizle ilgili
BAŞKAN - Sayın Bakan, on
dakika fazla süre verdim, lütfen. (AK Parti sıralarından
"konuşsun, konuşsun" sesleri)
MAHFUZ GÜLER (Bingöl) - Anlatsın
Sayın Başkan, cevap veriyor.
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin) - Tamamlasın,
tamamlasın Bakan, bakalım ne söyleyecek?
BAŞKAN - Bir saniye sayın
milletvekilleri
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Ama, bütün iddialara cevap veriyorum.
BAŞKAN - Sayın Bakan, buyurun
siz.
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Peki.
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin) - Esas konuya
yeni geldi, biraz daha konuşsun bakalım.
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Yine, maalesef, güvenlik teşkilatlarımız
aleyhine açıklamalarda bulunarak kurumlarımız arasında
bir çatışma, çekişme var olduğu görüntüsünü yaratmak
ve yaymak isteyenler var. Bazı çevrelerin teyit edilmemiş
ve dedikodu niteliğindeki bilgileri gerçekmiş gibi sunmaları,
bu güzide kurumlarımızı ve bizleri üzmektedir, incitmektedir.
Gerek emniyet gerek jandarma ve gerekse sahil güvenlik teşkilatlarımız,
ülkemizin birliği, bütünlüğü, beraberliği ile milletimizin
huzur ve asayişi için, kardeş kuruluşlarla sırt
sırta, omuz omuza geçmişte birlikte yaptıkları çalışmaları,
aynı duygu ve düşüncelerle, bundan sonra da devam ettirecekler
(AK Parti sıralarından alkışlar) Milletimizin emniyet ve asayişinin
sağlanması yolundaki hedefe birlikte yürüyecekler.
Şunu da herkesin bilmesini
istiyorum ki, bu kurumlarımızı birbirine düşürmeye
matuf hareketlere kesinlikle izin vermeyeceğiz. (AK Parti
sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)
Bu kurumlarımız, cumhuriyetimizin teminatı olarak
dimdik ayaktadırlar.
Değerli arkadaşlar, kurumlarımızda,
sayıları parmakla gösterilecek kadar az sayıdaki
personelin hatalarını ve amacını aşan davranışlarını,
âdeta, bir kurum politikasıymış gibi lanse edilme çalışması
da vahim bir hatadır. Bunu kendilerine siyasi malzeme yapanları
da şiddetle kınıyorum. (AK Parti sıralarından
alkışlar) Özellikle, bu güzide anayasal kurumlarımızı
suçlayan, bu şekilde politika yapan, kadrolaşma ve ayrışma
gibi, gerçeklerle bağdaşmayan ifadeler sarf etmek suretiyle
kaos ortamı yaratmaya, milletimizin kafasını karıştırmaya
çalışanları
FERİDUN FİKRET BALOĞLU
(Antalya) - Sizin kafanız karışık!..
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) -
ve bundan medet umanları aziz milletimiz çok iyi bilmektedir
ve bunlara, gerekli cevabı her zaman vermektedir. Yakın siyasi
tarihimiz de bunun ibret dolu örnekleriyle doludur. (AK Parti
sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)
Sonuç olarak, Türkiye'nin hukuk
devleti olduğu gerçeğini göz ardı etmeyelim. Tüm
iş ve işlemlerin Anayasa ve kanunlarımız çerçevesinde
yürütüldüğünü ve yargı denetimine açık olduğunu
sakın, ama sakın, aklımızdan asla çıkarmayalım.
FERİDUN FİKRET BALOĞLU
(Antalya) - Siz de çıkarmayın...
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Çünkü, bu kurumların hepsi,
her zaman, herkese lazımdır.
Değerli arkadaşlarım,
şimdi, Müsteşarımla ilgili, terfilerle ilgili çok
şeyler söylediler. Sayın Başkanım, müsaade ederseniz,
bir cümleyle...
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin) - Sayın
Başkan, o zaman bize de söz hakkı verecekseniz, devam etsin...
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Benim Müsteşarımla ilgili
Cumhurbaşkanlığına hiçbir kararname gönderilmemiştir.
(AK Parti sıralarından alkışlar) Müsteşar,
İçişleri Bakanlığı Teşkilat Kanunu'nun
bana verdiği yetkiye dayanarak önce Müsteşar Muavini, daha
sonra da yine o Kanun'un bana verdiği yetkiye dayanarak Müsteşar
olarak çalıştırdım... (AK Parti sıralarından
alkışlar)
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin) - Niye
kararname çıkarmıyorsunuz?
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Yine, Sayın Cumhuriyet Halk
Parti Sözcüsü Arkadaşımın kadrolaşmayla ilgili
söylemlerinin hiçbirini tasvip etmiyorum.
FERİDUN FİKRET BALOĞLU
(Antalya) - Yapmasaydın o zaman...
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Bunları defalarca sordu, defalarca
cevabını verdim; yazılı verdim, sözlü verdim. Ama,
şimdi, bakın değerli arkadaşlarım, çok güzel
bir söz var, güzel bir atasözü: Dinime küfreden, bari Müslüman olsa.
(AK Parti sıralarından alkışlar) Şimdi kadrolaşmadan
bahsediyorlar. Değerli arkadaşlarım, bir tek örnek vereceğim,
kendi yaşadığım bir örnek. Ben şu anda
İçişleri Bakanıyım, ama, teröre de hedef olmuş
bir arkadaşınızım. Rahmetli Hamit Fendoğlu'na
gönderilen bombanın aynısı da bana gönderilmişti.
Bomba patladı, Hamido, gelini, torunları vefat etti. Ben
inanıyorum ki, o zamanki Hükûmetin Başkanı rahmetli Sayın
Ecevit çok üzülmüştür, o zamanki İçişleri Bakanı
da üzülmüştür, o zaman bakan olan Sayın Genel Başkan da
üzülmüştür, ama, İçişleri Bakanı istifa etmemişti.
Aksine, bakın...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakan, lütfen...
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Son sözümü söylüyorum.
BAŞKAN - Lütfen Sayın Bakan...
Buyurun.
İÇİŞLERİ BAKANI
ABDÜLKADİR AKSU (Devamla) - Değerli arkadaşlarım,
kadrolaşma dediniz, bir örnek veriyorum: Ben, 1'inci sınıf
1'inci derece Malatya Emniyet Müdürü olarak Kahramanmaraş Vali
Vekilliğinden o dönem alınıyorum, Adıyaman Emniyet
Şube Müdür Muavinliğine tayin oluyorum. İşte kadrolaşmanın
daniskası! (AK Parti sıralarından alkışlar)
Hepinize saygılar sunuyorum,
sağ olun, var olun. (AK Parti sıralarından "Bravo"
sesleri, alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Bakan.
ÖMER ABUŞOĞLU (Gaziantep)
- Sayın Başkan
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
bir saniye
Sayın Abuşoğlu, buyurun.
ÖMER ABUŞOĞLU (Gaziantep)
- Sayın Başkan, Sayın Bakan konuşmasında
"önerge sahiplerine soruyorum" diyerek soru yöneltmiştir
şahsıma. Bunu cevaplandırmak üzere, 69'uncu maddeye
göre söz istiyorum.
BAŞKAN - Tüzük'te böyle bir
usul yok Sayın Abuşoğlu, lütfen.
ÖMER ABUŞOĞLU (Gaziantep)
- Sayın Başkan, Sayın Bakanın kendisi sormuştur
bana, o sorunun cevabını vermem lazım.
BAŞKAN - Bir saniye Sayın
Abuşoğlu, yok böyle bir şey.
Buyurun Sayın Anadol.
K. KEMAL ANADOL (İzmir) - Sayın
Başkan, Sayın Bakan
(AK Parti sıralarından gürültüler)
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
bir saniye
Lütfen
K. KEMAL ANADOL (İzmir) - Sayın
Bakan partimizi kast ederek, birtakım yanlışlıklar
yapmıştır.
MAHFUZ GÜLER (Bingöl) - İsim
vermedi.
K. KEMAL ANADOL (İzmir) - Merhum
Hamido öldürüldüğü vakit, merhum Ecevit Başbakan değildi.
Bu dizi yanlışları sürdürdü ve Cumhuriyet Halk Partisine
gönderme yaparak "Dinime küfreden bari Müslüman olsa." dedi.
Bu, açık sataşma.
BAŞKAN - Sayın Anadol, konu
anlaşılmıştır. Sayın Bakan savunma yaparken
cevap vermiştir.
Teşekkür ediyorum.
İçişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu hakkında (11/8) esas numaralı gensoru önergesinin gündeme
alınıp alınmayacağı hususundaki görüşmeler
tamamlanmıştır.
Şimdi, gensoru önergesinin
gündeme alınıp alınmayacağı hususunu oylarınıza
sunacağım.
Gensoru önergesinin gündeme
alınmasını kabul edenler
Kabul etmeyenler
Gensoru
önergesinin gündeme alınması kabul edilmemiştir. (AK
Parti sıralarından alkışlar)
Birleşime on dakika ara veriyorum.
Kapanma
Saati: 17.55
ÜÇÜNCÜ
OTURUM
Açılma
Saati: 18.09
BAŞKAN:
Başkan Vekili Sadık YAKUT
KÂTİP
ÜYELER: Yaşar TÜZÜN (Bilecik), Ahmet Gökhan SARIÇAM (Kırklareli)
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 62'nci Birleşimi'nin Üçüncü Oturumu'nu
açıyorum.
Gündemin "Genel Görüşme
ve Meclis Araştırması Yapılmasına Dair Öngörüşmeler"
kısmına geçiyoruz.
Alınan karar gereğince,
bu kısmın 286'ncı sırasında yer alan, Tekirdağ
Milletvekili Mehmet Nuri Saygun ve 30 milletvekilinin, küresel
ısınma konusunun araştırılarak alınması
gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla; 338'inci sırasında
yer alan, Ankara Milletvekili Yakup Kepenek ve 59 milletvekilinin,
küresel ısınmanın ülkemizdeki etkilerinin araştırılarak
alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla
ve 356'ncı sırasında yer alan, Gaziantep Milletvekili
Fatma Şahin ve 20 milletvekilinin, küresel ısınmanın
neden olduğu sorunların ve oluşturduğu riskin
araştırılarak alınması gereken önlemlerin
belirlenmesi amacıyla Anayasa'nın 98'inci, İç Tüzük'ün
104 ve 105'inci maddeleri uyarınca bir Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergelerinin birlikte yapılacak
ön görüşmesine başlıyoruz.
2.-
Tekirdağ Milletvekili Mehmet Nuri Saygun ve 30 milletvekilinin,
küresel ısınma konusunun araştırılarak
alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla
Meclis araştırması açılmasına ilişkin
önergesi (10/351)
3.-
Ankara Milletvekili Yakup Kepenek ve 59 milletvekilinin, küresel
ısınmanın ülkemizdeki etkilerinin araştırılarak
alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla
Meclis araştırması açılmasına ilişkin
önergesi (10/399)
4.-
Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin ve 20 milletvekilinin, küresel
ısınmanın neden olduğu sorunların ve oluşturduğu
riskin araştırılarak alınması gereken önlemlerin
belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergesi (10/417)
BAŞKAN - Hükûmet? Yerinde.
Meclis araştırması
önergeleri, Genel Kurulun 29/3/2006 tarihli 81'inci, 30/11/2006 tarihli
26'ncı, 23/01/2007 tarihli 53'üncü Birleşimlerinde okunduğundan,
tekrar okutmuyorum.
İç Tüzük'ümüze göre Meclis
araştırması açılıp açılmaması hususunda
sırasıyla, Hükûmete, siyasi parti gruplarına ve önergelerdeki
birinci imza sahibine veya onların göstereceği bir diğer
imza sahibine söz verilecektir.
Konuşma süreleri, Hükûmet ve
gruplar için yirmişer dakika, önerge sahipleri için onar dakikadır.
Şimdi, söz alan sayın üyelerin
isimlerini okuyorum: (10/351, 399, 417) esas numaralı Meclis
araştırması önergelerinin ön görüşmesi üzerinde
söz isteyen, Osman Pepe, Çevre ve Orman Bakanı; Cumhuriyet Halk
Partisi Grubu adına Rasim Çakır, Edirne Milletvekili; Anavatan
Partisi Grubu adına Züheyir Amber, Hatay Milletvekili; AK Parti
Grubu adına Adem Baştürk, Kayseri Milletvekili.
Önerge sahipleri: Canan Arıtman,
İzmir Milletvekili; Yakup Kepenek, Ankara Milletvekili; Fatma
Şahin, Gaziantep Milletvekili.
İlk söz, Hükûmet adına Osman
Pepe, Çevre ve Orman Bakanı.
Buyurun Sayın Bakan. (AK Parti
sıralarından alkışlar)
Sayın Bakan, süreniz yirmi dakikadır.
ÇEVRE VE ORMAN BAKANI OSMAN PEPE
(Kocaeli) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün,
dünyamızın artık değişmeyen bir gündem maddesi
var. Değişmeyen bu gündem maddesi, küresel ısınma
ve iklim değişikliği. Bu, sadece bilimsel toplantılarda
tartışılan, müzakere edilen, bununla alakalı sivil
toplum örgütlerinin, sadece entelektüellerin tartıştığı
bir konu olmaktan çıkıp, geniş kitlelerin, dünyadaki
bütün hükûmetlerin gündemini oluşturan bir konu hâline gelmiştir.
Öncelikle, Meclisimize böyle bir önemli konuda bir araştırma
komisyonu kurulması talebiyle verilmiş olan önergelerden
dolayı değerli milletvekili arkadaşlarımı
kutluyorum. Biz, Hükûmet olarak, bakanlıklar olarak bu konuyla
alakalı tavrımızı, kararlılığımızı,
bugüne kadar yapmış olduğumuz pek çok uluslararası
ve ulusal etkinliklerimizle ortaya koymuşuz.
Biliyorsunuz, bu konuyla alakalı,
en son, 6 Şubat 2006 tarihinde üç bakan olarak, Bakanlığımızda,
ortak bir toplantıyla, ülkemizin küresel ısınma ve iklim
değişikliğiyle alakalı şu andaki fotoğrafı
nedir, ilgili kurum ve kuruluşlar bu konuyla alakalı olarak
neler yapıyorlar ve neler yapmaları gerekir
Elbetteki,
bu ve bundan önce yapılan toplantılar, bizim, öncelikli
olarak ülkemizde bir kamuoyu duyarlılığı
oluşturma noktasında ortak bir hedefe doğru, ortak politikalarla
yürümemiz noktasında, bir noktada, bir durum tespiti yapmak ve
kamuoyunun hassasiyetini, ilgi ve alakasını bu noktaya
çekmek istedik. Bunu da belli ölçüde gerçekleştirdiğimizi
düşünüyorum.
Tabii, öncelikli olarak, toplantılarımızın
tam odak noktasında olan Türkiye'de suyun daha etkin kullanılması
Çünkü, küresel ısınmanın, iklim değişikliğinin
en fazla etkileyecek olduğu kaynak su kaynaklarıdır.
Elbette ki, küresel ısınmanın toprak, su ve havayla alakalı
olumsuz olarak etkilediği hususlar vardır, ama, hayatın
başladığı ve hayatın da sürmesi için olmazsa
olmaz olan su, küresel ısınmanın en çok etkilemiş
olduğu husustur.
Bu toplantımızda, yani,
6 Şubatta yapmış olduğumuz toplantıda Çevre
ve Orman Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı
ve Tarım Bakanlığı olarak
Çünkü, bu iki bakanlık,
ülkedeki su kaynaklarıyla alakalı en büyük tasarrufu
olan iki bakanlık ve bu işin koordinasyonu noktasında
da bizim Bakanlığımızın ortak sorumlulukları
var.
Biz, Bakanlık olarak, değerli
milletvekilleri, sadece 6 Şubattaki yapmış olduğumuz
toplantıyla değil, 3-4 Eylül 2004 tarihinde Uluslararası
Ankara İklim Konferansı'yla ilk olarak bu konuyla alakalı
ağırlıklı bir şekilde Türkiye'nin gündemine
bu konuyu taşıdık ve hepinizin bildiği gibi,
İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu marifetiyle,
ki, bu Koordinasyon Kurulu bizim Bakanlığımızın
başkanlığında toplanan 100'ün üzerinde bilim adamının,
üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin, meslek kuruluşlarının,
bütün bakanlıklardaki ilgili birimlerin tamamının
katılmış olduğu bir toplantıyla Türkiye Birinci
Ulusal Raporu'nu hazırladı. İklim Değişikliği
Sekreteryasına bu raporu sunduk. Bu birinci raporda, Türkiye
şu andaki durumun fotoğrafını çekiyor ve şu
anda Türkiye ne durumdadır, Türkiye hangi kurumuyla, hangi
adımları atmak durumundadır, bunlar, bu Birinci Ulusal
Rapor'da yer alan hususlardır.
Tabii, bu arada, Paris'te bundan
kısa bir süre önce IPCC'nin yapmış olduğu toplantı
neticesinde açıklanan raporda, beyanda şunu görüyoruz:
Bugün dünyadaki küresel ısınmanın, iklim değişikliğinin
yüzde 90 insan kaynaklı olduğunu artık hep birlikte görüyoruz.
İnsan kaynaklı olan küresel ısınmanın, iklim
değişikliğinin etkilerini minimize etmek için bu konuda
sadece hükûmetlerin, sadece yerel yönetimlerin, sadece sanayi
sektörünün değil, toplumun bütün kesimlerinin bu konuda yapabilecekleri
olduğuna inanıyoruz. Yani, bu mesele uluslar üstü bir mesele
olarak algılanıp ona göre meseleye bakılması gerekir
diye düşünüyoruz. Çünkü, iklimin, iklim değişikliğinin
millî sınırları yoktur. Dolayısıyla, uluslar
üstü olan böyle bir sorunda, elbette ki ulusların ittifak edecekleri
belli kararların alınıp uygulanması, yine ulusların
millî çıkarları dikkate alınarak, bunların hayata
geçirilmesi şarttır.
9-12 Eylül 2005 tarihlerinde
İngiltere'de yapılan Avrupa Birliği Çevre Bakanları
Toplantısında -ben de katılmıştım o toplantıya-
en iyi senaryodan en kötü senaryoya kadar dünyanın bütün bölgelerinin
bu iklim değişikliğinden nasıl etkilenebileceği
hususunda görüşler ortaya konuldu. Bu senaryolara baktığımızda,
Akdeniz havzasıyla alakalı birtakım değişiklerin,
Türkiye'nin de etkileneceği birtakım değişikliklerin
olduğunu görüyoruz. Tabii, bu uluslararası kuruluşların
yapmış olduğu birtakım simülasyonlar, hazırlamış
oldukları birtakım senaryolar olduğu gibi, Türkiye'nin
de yapmış olduğu çalışmalar var. İstanbul
Teknik Üniversitesi ile Bakanlığımızın birlikte
yapmış olduğu çalışmalarda, en iyi senaryodan
en kötü senaryoya kadar dört tane senaryonun üzerinde duruyoruz.
Yani, 1960-2000 yılları arasındaki iklimde meydana gelen
değişikliklerin, 2070 ile 2100 yılları arasında
çok fazla değişikliğe uğramayacağını
öngören en iyi senaryonun karşısında, Türkiye'nin batı
bölgeleri başta olmak üzere, 2-3 derecelik hava sıcaklığının
artmasının, yağış rejimlerinin değişeceğine
dair senaryolar olduğunu da rahatlıkla ifade edebilirim.
Tabii, küresel ısınma neticesinde,
son yüzyıl içerisinde dünyanın ısısında 0,74
santigrat derecelik bir artış meydana geldiğini yapılan
toplantılarda, yapılan deklarasyonlarda, yapılan ölçümlerde
biz de görüyoruz. Elbette ki, Türkiye, bu en iyi senaryodan en kötüsüne
kadar bunların her birisini ciddi şekilde takip etmek, bunlara
göre de pozisyonunu yeniden şekillendirmek, yeniden tayin etmek
durumundadır.
Biliyorsunuz, biz, Birleşmiş
Milletlerin, İklim Değişikliği Sözleşmesi'ne
24 Mayıs 2004 tarihinde taraf olduk. Türkiye, İklim Değişikliği'ne
taraf olduktan sonra -ki, bu, Kyoto Sözleşmesi'ne doğru giden
bir yol başlangıcı- bizim hazırlamış olduğumuz
bu Birinci Ulusal Rapor'da, bizim İklim Değişikliği
sekreteryasına göndermiş olduğumuz bu raporda, tabiri
caizse, Türkiye, yol haritasını çizmiştir. Bu yol haritasıyla,
Türkiye, hangi istasyonlara nasıl uğrayabileceğini
ifade ediyor. Bir noktada, Türkiye, şu andaki durumunu dünyaya
deklare ediyor. Şu anda, Türkiye, hiçbir şeyi gizli ve saklı
tutmadan, bu raporla, ben şu anda buradayım ve bundan sonra
da şunları yapmak durumundayım diyor.
Tabii, bize, hemen şu soruluyor:
Sayın Bakan, Kyoto'ya niye taraf olmuyoruz? Niye Kyoto'ya imza
atmıyoruz?
Şimdi, şöyle sakil bir anlayış
var, biz bu akşam toplansak, Kyoto'ya imza atsak, Türkiye'nin emisyonları
bir anda 1990'ların altına gelecek, Türkiye bütün sektörlerde
fosil türevli yakıtların kullanılmasından enerji
kaynaklarının yenilenebilir enerji şeklinde kullanılmasına,
hidroelektrik kapasitesinin kullanılmasına, güneş
enerjisinin kullanılmasına, hepsine, bir anda sanki çözüm
bulacakmışız gibi bir anlayış var. Aslında
meselenin çok önemli bir tarafı var ki, Türkiye, Kyoto'ya bugün
imza attığı anda, Türkiye'nin durumunun Mısır'dan,
Türkiye'nin Cezayir'den, Tunus'tan, Bahreyn'den, Pakistan'dan veyahut
da bir başka ülkeden bir farkı var, o da, Türkiye olarak OECD
ülkesi ve Ek-B listesinde olması münasebetiyle birtakım
sorumlulukları var. Bu sorumluluklar, Türkiye'nin bugün altından
kalkabileceği, üstesinden gelebileceği durumlar değildir.
Dolayısıyla, Türkiye,
evet, 1990 yılından 2004 yılına kadar geldiğimizde
görüyoruz ki, Türkiye'nin emisyonları 170 milyon tondan 296 milyon
tona gelmiştir. Doğru, Türkiye, bu emisyonların yüzde
25'ini, ormanları ve tarım arazilerindeki yapmış
olduğu düzenlemelerle bunun yüzde 25'ini kontrol ediyor, absorbe
ediyor, yutuyor. Bizim bu konuyla alakalı üzerinde en çok duracak
olduğumuz husus şudur: Türkiye, küresel ısınmayla
mücadele ederken elbette ki, Çevre Bakanlığı olarak
Çevre Kanunu'nu çıkardık. Buradan sanayicilere belli sorumluluklar
getirdik. Sanayicilere dedik ki: "Acil olarak emisyonlarınızı
kontrol edecek filtrelerinizi takınız. Atık sularınızı
arıtma tesislerinizde arıtınız ve tekrar kullanınız."
Yerel yönetimlere sorumluluklar getirdik. Dedik ki belediyelere:
"Sizlerin şu andaki vahşi depoladığınız
çöplüklerden çıkan metan gazları, karbondioksitin meydana
getirmiş olduğu sera gazından 21 kat daha riski yüksek
olan bir gazdır. Dolayısıyla, modern depolamalara geçin
ve eskilerini rehabilite edin." Belediyelere dedik ki:
"Şu anda sizin şebekelerinizde yüzde 50, yüzde 60, yüzde
70'lik kaçaklar var. Bunları dünyanın ortalama rakamlarına
lütfen çekin." Bunu belediyelere söyledik, sanayiye söyledik.
Sadece söylemekle kalmadık, bununla alakalı olarak
işi sıkı tutuyor, birtakım yaptırımları,
evet, sanayiciye de, belediyelere de uyguluyoruz.
Şimdi işin bir başka
tarafı var. Devlet Su İşleri, daha önce kanalet tipi
sulamalar yapıyordu ve Tarım Bakanlığı da bu
suyu salma sulamayla, tabiri caizse "saldım çayıra
Mevlam kayıra" diyordu, ama şimdi Devlet Su İşleri
kanalet tipinden, modelinden borulama sistemine geçiyor, kapalı
sisteme geçiyor. Bu, yağmurlama sulama ve damlama sulama
imkânını getiriyor. Yani suyu, bizim, tarımda da, sanayide
de, evdeki kullanma suyu olarak da ekonomik kullanmamız
şarttır.
Peki, burada elbette ki, sadece
sanayi sektörünün, yerel yönetimlerin, belediyelerin, tarımdaki
üretim yapan çiftçinin sorumluluğu yok, ülkedeki herkesin sorumluluğu
var. Hükûmet ne yapıyor? Hükûmet, Yenilenebilir Enerji Kanunu
çıkarıyor -çıkardık- Türkiye'deki yatırımcıları
yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmak için teşvik
ediyoruz. Yani, jeotermal kaynakları, su kaynaklarını,
bugün, rüzgârı, hidroelektrik kapasitesini Türkiye tamamen
kullansın istiyoruz, bunlara da birtakım teşvikler getiriyoruz.
Yine, enerjinin verimliliğiyle alakalı kanun komisyondan
geçti, Genel Kurul gündeminde bekliyor. Başka? Hükûmet olarak
yirmi yaşını geçmiş araçları trafikten kaldırdık,
men ettik, çünkü, bu araçlar büyük miktarda enerji tüketiyor ve fosil
türevli yakıtlar kullanan bu araçlar, küresel ısınmayı
tetikliyorlardı.
Elbette ki, Tarım Bakanlığının
ürün desenleriyle, sulamada damlama sulamaya geçenlere yapmış
olduğu yüzde 50'lik hibe destekle bir noktada çiftçilerimizi
teşvik ediyoruz. Sanayicimizi de Çevre Kanunu'nun bize vermiş
olduğu yetkiler doğrultusunda yönlendiriyoruz ve kontrol
ediyoruz.
Bir başka husus daha var, Türkiye'de
100 binden daha fazla kaçak yer altı suyu kullanan kuyular olduğunu
biliyoruz. Bunlarla alakalı olarak, Bakanlığımızın
tasarruf alanlarıyla alakalı olarak valiliklere genelgeler
gönderdik. Bu genelgelerde, bu kuyuların behemehâl kapatılmasını
istedik. Yine, bu konuyla alakalı hem Tarım Bakanlığı
hem Enerji Bakanlığı, üç bakanlık olarak, şu andaki
gayriyasal olan bu kuyuların yasal hâle gelmesiyle alakalı,
onların da üzerine düşeni yapmasını istedik. Bununla
alakalı olarak, elbette ki, bir gecede Türkiye'deki bütün kaçak
kuyuların tamamının tespit edilmesi
Bu sadece tarımda
kullanılan bir iş değildir, yani, yer altı sularını
sadece köydeki vatandaşımız tarlasını sulamak
için kullanmıyor, bunları sanayici de kullanıyor. Dolayısıyla,
bu konuyla alakalı, bunların sayaçlandırılması,
elektriklerinin kesilmesi, birtakım yaptırımların
uygulanmasıyla alakalı çalışmalar var. Bununla alakalı,
Devlet Su İşleri bu çalışmayı yapıyor.
Türkiye'de, bugün, geçen yıla
göre yağışlarda bir azlık olduğunu biliyoruz.
Bu konuyla alakalı Tarım Bakanlığımızın
yapmış olduğu açıklamalar var. Bir tarımsal kuraklık
söz konusu değildir.
Değerli arkadaşlar, 1926
yılından 2006 yılına kadar, seksen yıllık
Meteoroloji Genel Müdürlüğünün Türkiye'deki yağışlarla
alakalı elimizde raporları var. Seksen yıllık yağış
rejimine baktığımız zaman neyi görüyoruz? Türkiye,
her altı yılda bir hafif kuraklıkla karşılaşıyor,
on sekiz yılda bir daha orta ve ortanın üzerinde kuraklıkla
karşılaşıyor. Türkiye'nin 1972'deki, 1984'teki yağış
rakamlarına baktığımız zaman, 2005 ve
2006'nın rakamlarıyla bunları mukayese ettiğimiz
zaman, bugün Türkiye'de, hemen bugünden, eyvah bir kuraklık var
deme imkânımız yok, ama, önümüzdeki mart, nisan, mayıs aylarında
genellikle Türkiye'nin yağıştan daha fazla istifade
ettiğini, barajlarının hem kullanma suyu, içme suyu
hem de enerjide kullanmış olduğumuz barajlarla alakalı,
şu anda, enerji barajlarımızda
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakan, lütfen
toparlar mısınız.
Buyurun.
ÇEVRE VE ORMAN BAKANI OSMAN PEPE
(Devamla) - Sayın Başkanım, değerli milletvekili
arkadaşlarım; tabii, son derece geniş, tafsilatlı
bir konuda, öyle zannediyorum ki, birkaç dakika daha zamana ihtiyacım
var.
şu anda, enerji barajlarımızda
herhangi bir sıkıntı yoktur. İçme suyuyla alakalı
olarak sadece Ankara'da bir sıkıntının olduğunu,
İstanbul'da, Bursa'da, Kocaeli'nde -ki, riski yüksek olan illerden
bahsediyorum, bu iller o cümleden olan illerdir- buralarda bu risk
tamamen ortadan kalkmıştır.
Elbette ki, küresel ısınma,
iklim değişikliği bütün sektörleri etkiliyor, ekonomilere
maliyeti gerçekten milyarlarca dolarlık rakamlara tekabül
ediyor. Biz bunun da farkındayız. Yani, birkaç derecelik
ısınmanın şu anda telaffuz edilmesi kolay, ama, bunun
neticelerini Allah göstermesin tabii. Şu anda, bunlar, hakikaten
bütün kıtaları, bütün bölgeleri, bütün ülkeleri etkileyebilecek
son derece vahim gelişmelere, vahim sonuçlara mahal verebilecek
hususlardır. Bu konuyla alakalı, elbette ki, bizim, Türkiye
olarak, küresel ısınmanın muhtemel risklerinin karşılanması
noktasında, iklim değişikliğinin ülkemizin ekonomisine
ve bütün sektörlerine yapacak olduğu olumsuz tesirleri minimize
etme açısından Türkiye'nin yapması gereken şey, öncelikli
olarak su kaynaklarına sahip çıkmamız gerekiyor. Türkiye'nin
su kaynaklarının bir tane sigortası vardır. O da,
Türkiye'nin orman alanlarını genişletmesi lazım.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun.
ÇEVRE VE ORMAN BAKANI OSMAN PEPE
(Devamla) - Bu konuyla alakalı da çalışmalar yapıyoruz.
2006 yılında 400 bin hektarlık orman rehabilitasyon çalışması
yaptık. 2007 yılında bu rakamı 500 binli rakamlara
doğru taşıyacağız. Yine, illerimizin, belediyelerimizin
sulak alanları sanayiye ve de yapılaşmaya açmamaları,
yoğun kentleşme, çarpık kentleşme ve çarpık sanayileşmenin
kaçınılmaz bir olgusu olarak, maalesef, Türkiye'de su kaynakları
riske ediliyor, ama, biz, Bakanlık olarak yapmış olduğumuz
bir çalışmayı, çevre düzeni planlarını, Türkiye'deki
metropoller başta olmak üzere bütün büyük illerimizde bitiriyoruz
ve dolayısıyla, sulak alanların ve su kaynaklarının,
su rezervlerinin ne pahasına olursa olsun korunmasını
öncelikli olarak gözetiyor.
K. KEMAL ANADOL (İzmir) - Önce
Devlet Su İşlerine söyleyelim Sayın Bakan.
ÇEVRE VE ORMAN BAKANI OSMAN PEPE
(Devamla) - Bu konuyla alakalı, Devlet Su işlerinin de eski
politikalarından
BAŞKAN - Sayın Bakan lütfen
toparlar mısınız.
ÇEVRE VE ORMAN BAKANI OSMAN PEPE
(Devamla) - Sayın Başkanım toparlıyorum.
eski politikalarından geri
döndüğünü, son elli yıl içerisinde Devlet Su İşlerinin
yapmış olduğu bataklık kurutma, sulak alan kurutmasıyla
1 milyon 300 bin hektarlık alan, sözüm ona tarıma kazandırılmış
görünüyor, ama, bunların, daha sonra bu arazilerin, bu toprakların
veriminin, tarımsal veriminin düştüğünü, hiç de zannedildiği
gibi olmadığını biliyoruz.
Elbette ki biz, Hükûmet olarak, milletvekilleri
olarak, Parlamento olarak, burada bir araştırma komisyonu
kurulmasını destekliyoruz, çünkü, bu meselenin detaylı
olarak, teferruatlı olarak, üniversitelerimizin de, milletvekillerimizin
de, bu işin uzmanlarının da, herkesin görüşünün
içerisinde hamur hâline getirileceği bir ortak görüş olarak
ortaya çıkmasını arzu ediyoruz, çünkü, böyle bir rapor
bize ışık tutar, bize yol gösterir.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; elbette ki, küresel ısınma, iklim değişikliğiyle
alakalı, Parlamentomuzun birden fazla araştırma önergesi
talebiyle yapmış olduğu çalışmayı, iktidar
ve muhalefet milletvekili arkadaşlarımızın böyle
bir talebini, Çevre ve Orman Bakanı olarak ben de destekliyorum,
arkadaşlarımı kutluyorum. Ümit ediyorum ki, Türkiye,
bu son derece önemli olan konuda, sadece ve sadece bu konuyla alakalı
bir araştırma komisyonu kurmakla kalmayacaktır.
Yapmış olduğumuz çalışmalarla
alakalı size birkaç ana başlığı ifade etme
imkânını buldum. Ve şunu çok rahatlıkla söyleyeyim
ki, Türkiye, dünyadaki gelişmeleri yakından takip ediyor,
Hükûmet olarak takip ediyoruz, elimizdeki bütün imkânları, bu konuyla
alakalı, seferber ediyoruz.
Sayın Başkana ve siz değerli
milletvekili arkadaşlarıma, böyle bir konuyla alakalı,
Hükûmetimizin, Bakanlığımızın görüş ve
düşüncelerini hem siz değerli arkadaşlarıma hem
de bu vesileyle kamuoyuna ifade imkân ve fırsatı bulduğum
için teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Bakan.
Önerge üzerinde Cumhuriyet Halk
Partisi Grubu adına söz isteyen, Edirne Milletvekili Rasim Çakır.
Buyurun Sayın Çakır. (CHP
sıralarından alkışlar)
CHP GRUBU ADINA RASİM ÇAKIR
(Edirne) - Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım;
Tekirdağ Milletvekili Mehmet Nuri Saygun ve 30 arkadaşının,
Ankara Milletvekili Yakup Kepenek ve 59 arkadaşının,
Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin ve 19 arkadaşının,
dünyadaki ve ülkemizdeki mevsim değişikliği ve küresel
ısınmayla ilgili, Anayasa'nın 98, Meclis İç Tüzüğü'nün
104 ve 105'inci maddeleri gereğince açılmasını talep
ettikleri Meclis araştırma komisyonu ile ilgili Cumhuriyet
Halk Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle
yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlarım,
bugüne kadar 22'nci Dönem Parlamentosunda birçok konuda Meclis
araştırma komisyonu kurulması talebiyle karşı
karşıya geldik. Bunların bir kısmında, Cumhuriyet
Halk Partisinin vermiş olduğu taleplerde iktidar partisi
milletvekillerinin "hayır" demesiyle, komisyon kurulmadan
sadece burada kaldı. Bazılarında ise, iktidar partisi
milletvekilleri de bu verilmiş olan önergeyi ve talebi uygun
bularak bazı konularda Meclis araştırma komisyonları
kuruldu.
İnancım odur ki, Meclis
araştırma komisyonları, almış oldukları
görevi, hangi konu olursa olsun, en iyi şekilde yaptılar,
görevlerini yerine getirdiler ve yaptıkları araştırmaların
sonunda hazırlamış oldukları raporlarla, gerçekten
çok değerli bilgileri yüce Meclise sundular ve Meclis de bu raporları
onayladı ve kabul etti, ama, maalesef, Meclis araştırma
komisyonlarının hazırlamış olduğu raporlar,
Meclisin tozlu raflarına kaldırıldı. Bundan önceki
dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de bu raporlar ilgili yerlere
gönderildi, ama, raporların uygulanması ile ilgili, yürürlük
ile ilgili, yürütmenin, Bakanlar Kurulunun gerekli hassasiyeti göstermemesi
veya gösterememesi neticesinde bu çalışmalar, sadece
ve sadece Meclisin tozlu raflarında kalan birer belge hâline
dönüştü.
O bakımdan, Meclis İç Tüzüğü'nde
gerekli düzenlemelerin bir an önce yapılarak Meclis araştırma
komisyonlarının çalışmalarının ve hazırladığı
raporların Bakanlar Kurulu üzerinde, yürütme üzerinde daha
etkin ve daha uygulanabilir bir noktaya getirilmesinin bir zaruret
olduğunu düşünüyorum.
Eğer bu yapılmazsa,
şu an küresel ısınma ile ilgili üç tane önergeyle karşı
karşıyayız. Hükûmet veya sayın bakanlar, bu Meclis
araştırma komisyonlarını, o konuyla ilgili bir
şey yapıyormuş gibi görünmek, ama aslında hiçbir
şey yapmamanın aracı olarak kullanıyorlar. Bunu
somut bir örnekle dikkatinize sunmak istiyorum. Daha önce Ergene
nehrinin kirliliğiyle ilgili, gerçekten Parlamentoda 550 milletvekilinin
de katılımıyla bir Meclis araştırma komisyonu
kuruldu. Gerçekten, iktidar ve muhalefet milletvekilleri hep birlikte,
kol kola çok güzel bir çalışma yaptık ve bu çalışmada,
aksaklıkları ve çözüm önerilerini çok ciddi bir rapor hazırlayarak
yüce heyetinize sunduk. Bu, 22'nci Dönem Parlamentosunun ilk Meclis
araştırma komisyonuydu, ilk günlerde verilen bir önergeydi,
yani 2003 yılının başlarında. Aradan bu kadar
zaman geçmiş olmasına rağmen, maalesef, Ergene nehrinin
kirliliğine yönelik -bu sadece benim kanaatim değil, bu
Trakya'da yaşayan bütün insanların ortak kanaati- ciddi ve
somut en küçük bir adım atılamadı. Yani bizim, eğer
bu Parlamentoyu bu ülkenin en üst karar organı olarak kabul ediyorsak
-ki ediyoruz- millî iradenin bu sorunla ilgili nedenleri ve çözüm
önerilerine yönelik yapmış olduğu değerli çalışma
şu an Meclisin tozlu raflarında bekleyen tarihî bir belge
niteliğine büründü. O bakımdan, bu hususu dikkatinize
sunarak, bu konuda Meclisin bir İç Tüzük değişikliği
yapıp Meclis araştırma komisyonlarının, bilahare
yürütmeyi denetlemekle ilgili bu vermiş olduğu, yürütmeye
vermiş olduğu görevlerin yerine getirilip getirilmediğini
denetlemekle ilgili bir yasal statüye kavuşturulmasında
ben ciddi bir gereklilik görüyorum. Eğer bu yapılmazsa bu
yaptığımız işin de çok önemli bir sonuç doğuracağına
inanmıyorum.
Değerli arkadaşlarım,
geçtiğimiz günlerde Hükûmetler Arası İklim Değişikliği
Paneli (IPCC) 21 sayfalık bir rapor hazırladı. Bu raporunda,
küresel ısınmanın nedenleriyle ilgili, küresel
ısınmanın insan kaynaklı olduğuna yönelik
yüzde 90 oranında bir oran tespit etti ve yüzde 90 rakamında
bir konsensüs, bir uzlaşma sağlandı. Bu panele katılan
yüz otuz ülkeden 500 tane bilim adamı görüşlerini ifade ettiler
ve bir ortak noktada buluştular.
2001 yılında yayımlanan
raporda bu oran yüzde 60 idi. Yani, küresel ısınmanın sebebi
olarak insanın gerekçe gösterilmesi oranı yüzde 60 idi.
2001 yılından 2007 yılına kadar bu oranın yüzde
60'lardan yüzde 90'lara gelmiş olması, böyle kabul edilmiş
olması tabii ki bütün dünyayı ayağa kaldırdı
ve dünyanın geleceğinin nereye gittiğine yönelik bilim
adamlarının, sivil toplum örgütlerinin ve siyasetçilerin
ve aynı zamanda parlamentoların bu konuyu daha bir yüksek
sesle, daha hararetle, daha fazla, daha yoğun biçimde tartışmalarına
sebep oldu. Panele katılan Amerikalı bilim adamı Susan
Salomon, "Sera gazlarındaki artışın insan faaliyetlerinin
egemenliği altında olduğundan hiç şüphe yok."
diye bir kayıt koyarken, Colorado'daki Ulusal Atmosferik
Araştırma Merkezinden İklim Analizi Yöneticisi Kevin
Trenberth ise, "Bu, durduramayacağımız bir
şey. Bununla yaşamak zorunda kalacağız. Farklı
bir gezegen yaratıyoruz." tezini savundu. Arizona Üniversitesinden
Jonathan Overpeck, bir şey yapmazsak ve bir şey yaparsak neler
olacağına dikkat çekerek, "Eğer bir şey yapmamaya
karar verirseniz, etkileri bir şey yapmamızdan çok daha büyük
olacaktır." görüşünü dile getirdi. Burada altı
çizilmesi gereken en önemli nokta, bugüne kadar Kyoto Protokolü'ne
imza atmayan Amerika, Türkiye, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin bu
Protokol'ü imzalamama gerekçeleri, dünyadaki insan kaynaklı
kirlilikten ziyade yaşanılan iklim değişikliklerinin
ve küresel ısınmanın dünyanın olağan bir dönüşümü,
olağan bir değişimi olarak savunmalarından kaynaklanmaktaydı.
Yani, diyorlardı ki "Dünyayı insan kirletiyor, ama bu
kirlilik küresel ısınmanın temel sebebi değildir.
Dünya yüzyıllar boyunca hep dönüşmüştür, hep değişmiştir.
Bugün yaşadığımız küresel ısınma da
dünyanın bu değişim ve dönüşümünün bir sonucudur."
gerekçesini ortaya koyuyorlardı. İşte, IPCC'nin bu raporu
şunu ortaya koydu ki: "Hayır, tabii ki dünyada doğal
bir dönüşüm var, ama bugünkü mevsim değişiklikleri ve
küresel ısınmanın temel sebebi yüzde 90 oranla insanın
dünyada yarattığı kirlilik."
Şimdi, biz siyasetçiler, bilim
adamlarının bu yol gösterişi doğrultusunda ciddi
ve önemli adımlar atmakla karşı karşıyayız.
Bu raporda çarpıcı örneklere
bir göz atalım isterseniz: Bu rapor "2100'e kadar sıcaklık
1,8 ila 4 derece artacak. Bu, binlerce yıldır iklimde meydana
gelen en dramatik değişikliktir." diyor. "Uzun süreli
ve yoğun sıcak hava dalgalarıyla daha sık karşılaşacağız."
diyor. "Uygarlaşma ne kadar yavaşlarsa yavaşlasın
ya da sera gazlarının salımı ne kadar azalırsa
azalsın küresel ısınma ve deniz seviyesinin yükselmesi
asırlarca sürecek okyanuslardaki su seviyesi 18 ila 59 santimetre
yükselecektir." diyor. "Dünya daha şiddetli fırtınalara
sahne olacaktır." diyor. "Sıcaklık dalgaları
daha sıklaşacaktır." diyor. "Kutup buzulları
eriyerek 2100 yılı yazında, artık, Antarktika diye
bir kıta olmayacaktır." diyor. "Bangladeş'ten
Hollanda'ya pek çok kıyı ülkesi sular altında kalma tehlikesiyle
karşı karşıya olacaktır." diyor. Bu raporun
yayımlanmasıyla, bütün dünya, bunu, ürkütücü bir şekilde
gördü ve tartışmaya başladı.
Şimdi, isterseniz, ülkemizdeki
etkilerine bir göz atalım. Bu rapora göre, ülkemizde, Akdeniz
havzası ve İç Anadolu Bölgesi küresel ısınmadan
öncelikle etkilenecek bölgeler. Bu bölgelerde tarımsal üretimin
azalması ve aşırı sıcaklar nedeniyle turizm
gelirlerinin azalması beklentisi çok yüksek.
Son dönemlerde yağışlarda
azalma ve barajlardaki su oranının azalması, içme suyu
sıkıntısı çekilmesine sebep olmakta.
Greenpeace -bir sivil toplum örgütü
biliyorsunuz- "Karadeniz ve Marmara dışındaki
bölgeler çölleşmeye doğru yol alıyor. Kuzey Afrika iklimi
yukarıya doğru genişleyerek Türkiye'yi içine alıyor.
İleride, bütün verimli delta ovaları tuzlanacak ve oralardaki
tarım bitecek. Çukurova en ciddi tehlike altındaki ova.
Türkiye'nin turizm gelirleri de bu süreçte darbe yiyecek, Türkiye,
tarım üretiminin de yüzde 30'unu kaybedecek." diyor.
"Orman yangınlarının etki alanı ve süresi artacak,
özellikle, kentlerdeki içme amaçlı su gereksinimi artacak.
Yaz kuraklığının süresinde ve şiddetinde artışlar
olacaktır." diyor. "Bunun yanında, sıcaklar,
insan sağlığını ve biyolojik üretkenliği
etkileyecek, kentlerde gece sıcaklıkları belirgin
biçimde artacak, bu da enerji tüketiminin artmasına sebep olacaktır."
diyor. "Isı stresi kaynaklı enfeksiyonlar sağlık
sorunlarını artıracak, deniz ekosistemlerinde ve balıkçılık
alanlarında önemli sosyoekonomik sorunlar çıkacaktır."
diyor. "Deniz seviyesi yükselmesine bağlı olarak yoğun
yerleşme turizm ve tarım alanları ile Haliç tipi kıyılar
sular altında kalabilir." diyor.
Değerli arkadaşlarım,
bunlar illa böyle olacak anlamında söylemiyorum, kimseyi korkutmak
amacıyla da söylemiyorum, ama, bu konuda görüşü olan sivil
toplum örgütlerinin de görüşlerini dikkate alarak, bilim adamlarının
görüşlerini de dikkate alarak, biz siyasetçiler olarak, Parlamento
olarak soruna en akılcı, en doğru ve en bilimsel yöntemi,
çözümü bulabilelim diye söylüyorum.
Bilim adamlarının ve sivil
toplum örgütlerinin tespit, öneri ve uyarıları karşısında
Hükûmet ve bakanların konuya bakış açıları maalesef
Daha önce Çernobil olayını yaşadık biliyorsunuz.
Çernobil olayını yaşadığımızda bir
Sayın Bakan televizyona çıktı, bir bardak çay içti, dedi
ki: "Gönül rahatlığıyla çayı içebilirsiniz.
Hiçbir sakınca yoktur." Yani, o Sayın Bakan o günkü sorunun
çözümünü bu şekilde toplumu aydınlatmakta buldu, ama bugün
herkes çok iyi biliyor ki özellikle Karadeniz'de ve Trakya'da kanserden
ölüm vakalarında çok ciddi artışlar var. Sadece o Sayın
Bakanın o şovu yapması insanların kanserden ölmesine
engel olamadı.
Öbür taraftan, Tarım Bakanımız
kuraklık tehlikesi olmadığını, buğdayda
çimlenmenin yeterli olduğunu ve -önümüzdeki yıl bilim
adamları son yüz elli yılın en sıcak yılını
geçireceğiz diyor- Sayın Bakan önümüzdeki yıl üründe
verim düşüşü olmayacağını ifade ediyor. Sayın
Sanayi Bakanı
Enerji Bakanı, umuyorum diyor nisan
yağmurlarında barajlardaki ve göllerdeki su oranı
yükselir. Umuyorum diyor. Ve Sayın Çevre Bakanımız da
Bilim adamları, 1990 yılında toplam sera gazı emisyonu,
atmosferdeki sera gazı emisyonu 170 milyon ton iken, 2004 yılında
bu rakamın 260 milyon tona çıktığını ifade
ediyorlar ve diyorlar ki: "Bu dünya için bir tehlikedir, bunun düşürülmesi
gerekir." Bizim çok değerli Çevre Bakanımız da
çıkıyor diyor ki: "Hayır, kişi başına
karbondioksit üretimi bakımından Türkiye dünyada 87'nci
sırada." Yani, bu ne demektir biliyor musunuz değerli
arkadaşlarım? Dünyayla bu anlamda rakamlarımızı
mukayese edebilmek ve iyileştirebilmek için, Sayın Çevre
Bakanı, Türk milletine "bol bol çocuk yapınız"
diyor. "Eğer, bol bol çocuk yaparsak, bol bol, karbondioksitten
fazla çocuk yaparsak, Türkiye'nin bu noktada dünyayla mukayesesi
ve rakamları daha avantajlı duruma gelecek" diyor.
Ben böyle anlıyorum.
Sorunun çözümüyle ilgili de, maalesef,
Sayın Bakan, Ayşe ablalara, Fatma ninelere, Ahmetlere,
Hüseyinlere, dişinizi şöyle fırçalayın, suyunuzu
şöyle için gibi önerilerle geçiştirmeye çalışıyor.
Az önce Sayın Bakan da ifade
etti, "yerel yönetimleri uyarıyoruz" dedi. Bu Hükûmet
döneminde, 22'nci Parlamento Döneminde, kaç tane belediyemiz
arıtma tesisini tamamlamıştır ve işletmiştir?
Kaç tane belediyemiz katı atık imha ve ayrıştırma
istasyonunu tamamlamıştır? Eğer, bu hızla devam
edersek, yani, Sayın Bakan daha dört dönem, beş dönem daha bakan
olursa, acaba, ömrü, bütün belediyelerin katı atık sistemlerini
yapmasına ve arıtma sistemlerini yapmasına yetecek
mi? Bu hızla devam edersek, Türkiye'nin bu sorunlarının
çözümü 240 yıl gerektiriyor değerli arkadaşlarım,
240 yıl!
Değerli arkadaşlarım,
temelde, bu sorunun çözümüyle ilgili kapitalist sistemin, insanların,
bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler
anlayışından kaynaklanan, kişilerin menfaatini
her zaman toplumun menfaatinin önünde gören, tek tek bireylerin menfaati
sağlandığı noktada toplumun da menfaatinin
sağlanacağına inanan anlayıştan kaynaklandığını
öncelikle ifade etmek istiyorum. Maalesef, sistem, tüketime dayalı,
tüketim toplumuna dayalı, çarpık sanayileşmeye dayalı
ve kendi içinde sivil toplum örgütlerini güçlendirmeyerek, sistemi
otokontrol yoluyla denetlenmesine engel olarak, sanayileşen
toplumun çevreyi katletmesine dayalı bir ekonomik yapı
var dünyada.
Sorunun bir diğer kaynağı
da, kanımca, bu sistemde, sorunların çözümünü günlük ve bireysel
çıkarlara dayalı gören dünyadaki ve Türkiye'deki sağ
ve sığ iktidarların, bu sorunun çözümüyle ilgili uzun
vadeli, orta vadeli ciddi ve plana dayalı bir çalışma
yapmamasından kaynaklanıyor. İnanıyorum ki, sosyal
demokrat Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında bu ve bunun gibi
sorunlar, orta ve uzun vadeli projelerle, planlarla, akıllı
ve doğru adımlarla kesin, olumlu neticelere ulaştırılacaktır.
1920'lerde başlayan kapitalist
ekonomik sürecin bugüne kadar olan noktasında, bu dünyadaki
komünistler, sosyalistler, sosyal demokratlar, çevreciler sağcıları
bu konularda sürekli uyarmışlar, insanlığı
bu konularda sürekli uyarmışlar, ama, yeteri kadar etkin
ve yönetim noktasında olamadıkları için de bu sorun,
bugün, artık, vazgeçemeyeceğimiz, erteleyemeyeceğimiz
bir sorun olarak hem dünyanın hem bütün insanlığın
hem de yüce Parlamentonun önüne gelmiştir.
Eğer, destek verirseniz, bu komisyon
kurulursa, Cumhuriyet Halk Partisi olarak görüşlerimizi ve
katkılarımızı, komisyonda görev yaparak seve seve
sizlerle paylaşacağımızı ifade ediyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun Sayın Çakır.
RASİM ÇAKIR (Devamla) - Değerli
arkadaşlarım, eleştirilerimizi yaptık, ama, bu
noktada önerilerimizi de kısaca ifade ederek sözlerimi tamamlamak
istiyorum.
Öncelikle, enerjinin temininde
çevreye duyarlı enerji kaynaklarına yönelinmesini yaşamsal
bir zorunluluk olarak görüyoruz.
Enerjinin kullanımında
tasarrufa azami dikkat edilmesi gerekliliğine inanıyoruz.
Yer altı ve yer üstü su kaynaklarımızın
dengeli olarak kullanılması ve kullanımda azami tasarruf
ve maksimum faydayı sağlayacak tedbirlerin alınmasının
gerekliği olduğuna inanıyoruz.
Çözümlerle ilgili oluşan
uluslararası platformlara katılıp, alınan kararlara,
çözüm üretilmesi noktasında, samimi olarak destek verilmesi
gerekliliğine inanıyoruz. Bu anlamda, ülkemizin Kyoto
Sözleşmesi'ni zaman geçirmeden imzalaması ve imzalamayan
ülkelere de siyasi tavrını koyması gerekliliğine
inanıyoruz.
Sayın Bakan az önce ifade etti
"Sanki, Kyoto Sözleşmesi imzalandığında bugünden
yarına bu dünyada sorunlar mı bitecek?" dedi. Ben de Sayın
Bakana soruyorum: Çevre Yasası'nı çıkardınız.
Çevre Yasası'nı çıkardınız, sanki bugünden yarına
Türkiye'deki çevre sorunları mı bitti? Ama, Kyoto Protokolü'nü
imzalayarak, en azından, dünyanın bu noktada tespit ettiği
asgari standartlara kendimizi uydurarak, dünyaya ve insanlığa
karşı, Türk toplumu olarak görevimizi hiç vakit geçirmeksizin
yapmak durumundayız.
Tarım topraklarına sahip
çıkılması ve sanayileşmenin kesinlikle verimli
tarım toprakları üzerinde yapılmaması gerekliliğine
inanıyoruz.
Bütçede özel fonlar yaratılarak,
ağaçlandırmaya ayrı bir önem ve hız verilmesi gerekliliğine
inanıyoruz.
Bütün bu önerilerle ilgili yasa
ve yönetmelik değişikliklerinin süratle yapılması
gerekliliğine inanıyoruz. Sadece üç bakanın toplantısıyla
bu sorunların çözülmeyeceğine inanıyoruz.
Çevreyle ilgili sivil toplum örgütlerinin
desteklenmesi, devlet tarafından desteklenmesi ve
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Çakır,
lütfen
RASİM ÇAKIR (Devamla) - Bitiriyorum
efendim.
BAŞKAN - Buyurun.
RASİM ÇAKIR (Devamla) -
karar
alma sürecinde çevre örgütlerinin de etkin olmalarının
gerekliliğine inanıyoruz.
Bunun yanında birçok somut
projelerimiz var Cumhuriyet Halk Partisi olarak. Cumhuriyet Halk
Partisinin tarihi ve arşivi, çevre konusunda, Türkiye'ye ve
dünyaya örnek olacak bir kapasitedir. Diliyorum, iktidarınız
ve insanlık ve Türk milleti bunlardan yararlanır.
Bu komisyonun, bu duygu ve düşüncelerle
ülkemize hayırlı olmasını diliyorum.
Cumhuriyet Halk Partisi olarak
böyle bir komisyonun içerisinde desteklemeyi ve aktif olarak görev
alacağımızı ifade ediyorum, yüce heyetinizi saygıyla
selamlıyorum.
Teşekkür ederim Sayın
Başkan. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Çakır.
Önerge üzerinde Anavatan Partisi
Grubu adına söz isteyen Züheyir Amber, Hatay Milletvekili.
Buyurun Sayın Amber. (Anavatan
Partisi sıralarından alkışlar)
ANAVATAN PARTİSİ GRUBU
ADINA ZÜHEYİR AMBER (Hatay) - Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; ülkemizin küresel
ısınma sürecinde nasıl etkilendiğinin tüm yönleriyle
saptanması, hangi önlemlerin alınabileceğinin
araştırılması yönündeki Meclis araştırması
hakkında Anavatan Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum.
Anavatan Partisi olarak bu konudaki düşüncelerimizi kısaca
buradan aktarmak istiyorum.
Sözlerime başlamadan önce
şunu hatırlatmak istiyorum değerli arkadaşlar:
İklim değişimi küresel bir olaydır ve çevresel,
ekonomik, politik, teknolojik baskılar altındadır.
Dünya atmosferi çeşitli gazlardan
oluşur bilindiği gibi. Bunların yanında, küçük
miktarlarda bazı asal gazlar bulunmaktadır. Güneşten
gelen ışınlar (ısı ışınları,
kısa dalgalı ışınlar) atmosferi geçerek yeryüzünü
ısıtır. Atmosferdeki gazlar yeryüzündeki ısının
bir kısmını tutar ve yeryüzünün ısı kaybına
engel olurlar; ki, karbondioksit havada en çok ısı tutma
özelliği olan bir gazdır.
Atmosferin ışığı
geçirme ve ısıyı tutma özelliği vardır. Atmosferin
ısıyı tutma yeteneği sayesinde suların
sıcaklığı dengede kalır, böylece, nehirlerin
ve okyanusların donması engellenmiş olur. Bu şekilde
oluşan atmosferin ısıtma ve yalıtma etkisine sera
etkisi denir. Dünya atmosferi cam seralara benzer ve buna uygun
bir özellik gösterir.
Son yıllarda atmosferdeki
karbondioksit miktarı hava kirlenmesine bağlı olarak
hızla artmaktadır. Metan, ozon ve kloroflorokarbon gibi sera
gazları çeşitli insan aktiviteleri ile atmosfere katılmaktadır.
Bu gazların tamamının ısı tutma özelliği
vardır. Karbondioksit ve ısıyı tutan diğer gazların
miktarındaki artış, atmosferin ısısının
yükselmesine sebep olmaktadır. Bu da küresel ısınma
olarak ifade edilir ki, yakın zamanda dünyada buzulların
erimesi ve okyanusların yükselmesi gibi ciddi sonuçlar doğuracak
iklim değişmelerine yol açmasından endişe edilmektedir.
İnsanların çeşitli faaliyetlerinin küresel
ısınmaya katkısını şu şekilde sıralayabiliriz:
Enerji kullanımı yüzde 49, endüstrileşme yüzde 24, ormansızlaşma
yüzde 14, tarım yüzde 13'tür.
İklim değişiyor, dünya
ısınıyor. Bilim adamları, kuraklık, seller ve
olağanüstü hava koşulları konusunda sürekli olarak
uyarılarda bulunarak, giderek artan etkilerin en büyük nedenlerinin
başında insanlık geldiğini ifade ediyorlar.
Kısaca, iklim değişikliğinin ne olduğuna
göz atacak olursak, bilim adamları, doğal dengenin, insanlardan
kaynaklanan yoğun bir ısınma süreciyle bozulduğunu
ve bu durumun, dünyadaki hayatın büyük bir bölümünün tabi olduğu
iklimin istikrarı için önemli çıkarımlara yol açacağını
söylüyorlar.
Yine, küresel ısınma konusunda
en sık duyduğumuz sera etkisi ise, atmosferde oluşan
bir tabakanın yarattığı etki olarak adlandırılabilir.
Bu tabaka, güneşten gelen ışınların dünyadan
yansıdıktan sonra tekrar atmosferin dışına
çıkmasını engelliyor. Sera etkisi olmasaydı,
dünyanın son derece soğuk bir gezegen hâline gelmesi kaçınılmaz
olacaktı.
Değerli milletvekili arkadaşlarım,
sera etkisini artırarak dünyanın normalden fazla
ısınmasına neden olan gazlardan bazıları, karbondioksit,
metan ve azotoksittir. Bu gazlar, modern endüstride ve tarımda
kullanılmakta, fosil yakıtların yanmasıyla
açığa çıkmaktadır. Atmosferin konsantrasyonu her
geçen gün artmakta. Örneğin, atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonu
1800'lü yıllardan beri yüzde 30'dan daha yüksek bir seviyede artmıştır.
Bilim adamlarının büyük bir çoğunluğu, sera etkisi
yaratan gazların salımındaki artışın,
dünyanın ısısının yükselmesine neden olacağını
düşünmektedirler.
Değerli arkadaşlar
"ısınmanın kanıtı ne" diye bakacak
olursak, sıcaklık kayıtları, 19'uncu yüzyıl
sonlarında tutulmaya başlanmıştır. Ortalama
küresel sıcaklık 20'nci yüzyılda yaklaşık 0,6
santigrat derece artmış, bunun sonucunda buzulların
erimesi nedeniyle deniz seviyeleri de 10 ile 20 santimetre arasında
yükselmiş durumdadır. Deniz buzulları son kırk
yılın yaz ve sonbahar döneminde yaklaşık yüzde
40'a varan oranda incelmiştir. Buna karşılık, Antarktika'nın
bazı bölümleri daha da soğumuş durumdadır.
Sıcaklık ne kadar yükselecek?
Sera etkisi yaratan gazların salınımı engellenmezse,
2100'e kadar ortalama küresel sıcaklığın 1,4 ile
5,8 santigrat derece artacağı hesaplanmaktadır.
Olayın vahameti şöyle
açıklanabilir: Medeniyetin ortaya çıkışından
beri küresel ortalama sıcaklık sadece 1 santigrat derece
artmıştır. Sera etkisi yaratan gazların salınımı
hemen kesilse bile, bilim adamları etkinin uzun bir süre daha
devam edeceğini söylüyor. Çünkü, büyük buz ve su parçalarını
da içeren iklim sisteminin normale dönmesi ancak yüzlerce yıl alabilecektir.
Küresel ısınma eğer bu şekilde sürecek olursa -hava
durumu- küresel anlamda çok daha sert hava olayları ortaya
çıkacak, kıyı bölgelerde yağış miktarı
artarken, iç bölgelerde sıcak havanın etkisiyle kuraklık
baş gösterecektir. Artan fırtınalar ve deniz seviyeleri
nedeniyle daha çok sel meydana gelecek, bununla birlikte hava
sıcaklıkları bölgelere göre çok büyük farklılıklar
gösterecek ve bu durumun sonuçları tahmin edilemeyecek kadar
güç olacaktır.
Bu ısınmanın tehlikeleri
ise ürkütücü sonuçlar içermektedir. Tatlı su kaynaklarının
azalması, gıda üretimi koşullarındaki genel değişiklikler,
seller, fırtınalar, sıcak dalgaları ve kuraklık
nedeniyle ölümlerde yaşanacak artış gibi potansiyel
tehlikeler gündeme gelecektir.
Bu durumun en çok hızlı iklim
değişimine karşı hazırlık yapamayan yoksul
ülkeleri etkileyeceği söylenmektedir. Yaşam alanlarının
hızlı değişimine ayak uyduramayan birçok bitki
ve hayvan türünün nesli yok olacak, Dünya Sağlık Örgütünün
verilerine göre sıtma ve yetersiz beslenme gibi nedenlerden
milyonlarca kişi ölümle yüz yüze gelecektir.
Bu konuda genel olarak bir hatırlatma
yapmak gerekirse, ısınmaya insan etkisinin ne kadar olduğunu
ve ısınmanın zincirleme etkilerinin neler olabileceğini
bilmiyoruz. Küresel ısınma, sabit buzulların erimesi
ve sera etkisi yaratan metan gazının yüksek miktarda salımı
gibi gelecekte ısınmayı tetikleyecek değişikliklere
yol açabilir. Daha sıcak koşullar nedeniyle büyüme
hızları artan bitkilerin, büyüdükçe atmosferden daha çok
karbondioksit çekmesi gibi ısınmayı hafifletici etkileri
de olabilir. Ancak, bilim adamları, karmaşık dengenin,
bu olumlu ve olumsuz etkilere nasıl bir tepki verebileceği
konusunda daha emin değiller.
Bilindiği üzere, geçtiğimiz
günlerde Fransa'nın başkenti Paris'te düzenlenen İklim
Değişikliği Paneli'nde, Hükûmetler Arası İklim
Değişikliği Uzmanlar Grubu tarafından yirmi bir
sayfalık bir rapor yayımlandı. Birleşmiş Milletler
İklim Raporu'nda, küresel ısınmanın son elli
yılda yüzde 90 oranında insan eliyle yaratıldığı
ve asırlarca süreceği belirtilmiştir. Araştırma
grubu, en son 2001 yılında yayımladığı raporunda
"Sera gazları küresel ısınmaya yol açan faktörlerden
biri olabilir." demişti. Aradan altı yıl geçti değerli
arkadaşlar, bilim adamları, bu kez "20'nci yüzyılın
ikinci yarısındaki sıcaklık artışı
yüzde 90 insanların eseri." demekte ve yaklaşan felakete
dair olgular sıralamaktadırlar. Raporda, insan eliyle sera
gazlarının salımının neden olduğu bugünkü
sorunlar şöyle sıralanmıştır: Daha az soğuk
günler, daha sıcak geceler, öldürücü sıcak hava dalgaları,
seller ve yoğun yağışlar, yıkıcı kuraklıklar
ve kasırga ile tropikal fırtına gücünde artış.
Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; bu konuda Avrupa Birliğinin
Felaket Raporu'na değinmeden geçemeyeceğim. Avrupa Birliğini
küresel ısınmaya karşı bu kadar sert önlemler almaya
iten geniş kapsamlı raporda "2071 yılında ortalama
hava sıcaklıkları, küresel ısınma nedeniyle
1990 yılındaki seviyenin 3 derece üzerine çıkarsa,
Avrupa genelinde her yıl 90 bin kişi sıcaklardan ölecektir."
denilmektedir. "Aynı tarihte 2,2 derecelik bir artış
durumunda ise sıcaktan ölen insan sayısı 36 bin kişi
olacak." denilmektedir. Bu bulgu, en can alıcı noktayı
oluşturmaktadır.
Türkiye'nin de dâhil olduğu Akdeniz
ülkeleri için büyük bir kuraklık uyarısı yapılan
raporda, bu iklim bölgesinde turizm ve balıkçılığın
biteceği, iklimi ılımanlaşan Kuzey Avrupa'nın
ise yeni turizm merkezi olacağı belirtiliyor.
Rapordan, durumun önemi açısından
birkaç örnek vermek istiyorum: Avrupa'nın kuzeyinde daha
ılıman bir iklim olacak. Bu sayede, tarım üretimi orada
yüzde 70 artacak. Kuzey Denizi sahilleri yeni Riviera olacak.
İsveç ve İngiltere gibi ülkeler, küresel ısınma
nedeniyle avantajlı konuma geçecek. Kışlar ılıman
geçeceği için, bu ülkelerdeki ölüm oranları azalacak. Turistler
artık tatilleri için Güney Avrupa'yı değil, kuzeyi tercih
edecekler. Dünya genelinde turistlerin yüzde 15'i Akdeniz ülkelerini
ziyaret ediyor, bu bilinmektedir. Ancak, küresel ısınma nedeniyle,
İtalya, Fransa, Türkiye, İspanya ve Yunanistan gibi Akdeniz
ülkelerinde kuraklık başlayacak, 100 milyar euroluk turizm
sektörü ağır darbe yiyecektir.
Deniz sularının en az 1
metre yükselmesi bekleniyor. Bu durumda sahil bölgelerindeki yerleşim
birimleri sular altında kalacak. Küresel ısınmanın
maliyeti 2020'de 4,5 milyar euro olacak, 2071'de ise maliyet, yıllık
42 milyar euroya kadar çıkacaktır.
Küresel ısınma sadece kuraklığa
yol açmakla kalmayacak, aynı zamanda deniz sularındaki
asit seviyesinin de artmasına neden olacak. Akdeniz'deki balık
türleri yok olacak, birçok balık kuzeye göç etmek zorunda kalacak;
dolayısıyla, balıkçılık büyük darbe alacaktır.
Emisyon, yani, atmosfere salınan
zehirli gazların oranlarının 1990'daki seviyesinin
yüzde 20 ya da yüzde 30 altına çekilebilmesi durumunda küresel
ısınmanın önüne geçilebilir. Ancak, bu başarılamazsa
ısınma Avrupa'yı bölecek; kuzey turizmle zenginleşirken,
güneydeki kuraklık toprakları verimsizleştirip, refahın
düşmesine neden olacaktır.
Uygarlaşma ne kadar yavaşlarsa yavaşlasın
ya da sera gazlarının salımı ne kadar azalırsa
azalsın, küresel ısınma ve deniz seviyesinin yükselmesi
asırlarca sürecek. Okyanuslardaki su seviyesi 18 ile 59 santimetre
yükselecek.
Daha şiddetli fırtınalar
görülecek.
Sıcaklık dalgaları
daha sık yaşanacak.
Bangladeş'ten Hollanda'ya pek
çok kıyı ülkesi sular altında kalma tehlikesiyle karşı
karşıya kalacaktır.
Dünya ısındıkça okyanuslar
buharlaşıyor ve su buharı atmosferde yoğunlaşarak
sera etkisi yaratıyor. Dolayısıyla hava daha da
ısınıyor.
Doğa, artık insanların
ortaya çıkardığı yüksek karbondioksit miktarıyla
baş edebilme kapasitesini yitiriyor.
Bu noktada, sera gazı salınımını
1990 yılı oranlarının yüzde 5 altına çekmeyi
öngören Kyoto Protokolü gündeme geliyor. Birçok Avrupa ülkesi ve
Rusya bu anlaşmaya imza koymuş durumda. Ancak, sera gazı
üretiminin en büyük sorumlusu olan Amerika Birleşik Devletleri
ile endüstri devleri Çin ve Hindistan, ekonomilerini baltalayacağı
gerekçesiyle bu anlaşmaya karşı çıkıyor ve
imza atmaya yanaşmıyor.
Ülkemizde ise yağışsız
geçen kış ayları, barajlardaki doluluk oranını
önemli ölçüde etkilemiş durumdadır. Geçen yıl bu dönemde
yüzde 43 seviyesinde olan doluluk oranı bu yıl yüzde 25'e gerilemiştir.
Konuyla ilgili koordinasyonsuzluk ve politika eksikliği
hâlen maalesef devam etmektedir. Her ne kadar konuyla ilgili sayın
bakanlar, beklenen yağışların yüzde
55-60'ının nisan ve mayıs aylarında olacağını,
bilimsellikten uzak bir şekilde, âdeta kâhin edasıyla ifade
etseler de, bunu kimse garanti edemez. Üstelik, açıklamalarındaki
gibi, şu anda bizler bu yılı değil, önümüzdeki
otuz-kırk yılı konuşmalıyız. Belki biz bunu
göremeyeceğiz ama, geleceğimiz yavrularımız,
gençlerimiz, onlar var. Belki de, sevap için mezarımıza bir
bardak dökecek su bulamayacaklar. Umarım, bu sorunu daha bilimsel
ele alacaklardır. Zaten, bugün burada da yapılacak bilimsel
çalışmaların önünü açmak için, bu araştırma komisyonunun
kurulmasını biz de istiyoruz.
UNESCO'nun raporuna göre ise, 2050
yılında dünya nüfusunun üçte 2'si ciddi su sıkıntısıyla
karşı karşıya kalacak. Bu nedenle, Türkiye olarak
bugünden tedbirimizi almak zorundayız. Türkiye'de su kaynaklarının
korunması ve sürdürülebilirliğinin sağlanması
artık erozyondan da önemli hâle gelmiştir. Vatanın sadece
toprağı değil, suyu da kutsaldır. Türkiye, su
kıtlığı çeken ülkeler arasında yer almamasına
rağmen, nüfus artışı ve hızlı kentleşme
sonucu su kaynaklarının korunmasında problemler yaşamaktadır.
Her yıl, kişi başına
düşen yıllık içilebilir su miktarında bir düşüş
meydana gelmekte, kirlenme ve yanlış kullanım nedeniyle
yüzey sularımız yok olma tehlikesiyle karşı karşıya
kalmaktadır. Türkiye yüzölçümünün yüzde 20'si sulanabilir
arazidir. Bu alan tam olarak sulandığında, ihtiyacımız
olan su miktarı 102 milyar metre küptür. Nüfusumuzun da yakın
gelecekte 80 milyona çıkacağı düşünüldüğünde,
ihtiyacımız olan su miktarı 112 milyar metre küp olacaktır.
Hâlbuki, normal yağışlı bir yılda ülkemize düşen
yağış içinde bizim kullanabileceğimiz miktarın
95 milyar metre küp olduğu hatırlanırsa, Türkiye, su
zengini değil, su fakiri bir ülkedir. Mümkün olan en kısa sürede
en etkili yaygın ve örgün eğitim ve öğretim yöntem ve kurumlarıyla
en yakınımızda bulunanlardan başlayarak, ülkemizdeki
ve bölgemizdeki su kaynaklarımızın önemi iyi anlaşılmalı.
Mevcut kaynakların akım ve yeterlilikleri, istikrarlı
olup olmadıkları iyi araştırılmalıdır.
İçme ve sulama suyu olarak kullanılabilecek kaynaklarımız
amaçlarına uygun olarak tasnif edilmeli, en son teknikler kullanılarak
en ucuz ve en bol şekilde bu su kaynakları insanlarımızın
hizmetine sunulmalıdır ve tabii ki, şu an sularımız
konusunda karar mercii olan 13 tane resmî kurumumuzu tek elde toplayıp,
mevcut sularımızın bir çatı altından yönetilmesini
sağlamalıyız.
Değerli milletvekili arkadaşlarım,
Amerika gibi küresel ısınmanın dörtte 1'inden sorumlu
olan bir ülke işin dışında kaldığı sürece,
küresel ısınmayı durdurmak zor. Küresel ısınmanın
maddi sonuçlarına karşı bile küçük ülkelerin yapabilecekleri
sınırlı, yani kuzey-güney ilişkisi var. Kuzey kirletiyor,
güney bedelini ödüyor. Gelişmiş ülkeler kadar gelişmekte
olan ülkelere de sorumluluk düşüyor. Hindistan, Çin de tehlike
arz ediyor. Türkiye de üzerine düşeni yapmalı ve yenilenebilir
enerji kaynaklarını kullanmak için adım atmalı. Bu
bağlamda, mutlaka Kyoto Protokolü'ne imza atmalıdır.
Kyoto Protokolü önemli bir adım, ama sorunu çözmez, özellikle
Amerika imza atmadıkça.
Türkiye ve Kyoto Protokolü'nden
bahsetmek istiyorum. 2001 yılında Marakeş'te gerçekleştirilen
Yedinci Taraflar Konferansı'nda alınan 26 numaralı Karar
uyarınca, Türkiye'nin adı Birleşmiş Milletler
İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesi ek-II listesinden
çıkarılmış ve taraflar Türkiye'nin özgün koşullarını
tanımaya davet edilmiştir. Böylelikle, Türkiye, 24 Mayıs
2004 tarihinde, sözleşmenin ek-I listesindeki diğer ülkelerden
farklı konumdaki bir ek-I ülkesi olarak sözleşmeye katılmıştır.
Bilindiği gibi, Amerika Birleşik
Devletleri ve Avustralya Kyoto Protokolü'nün bütün süreçlerine
baştan sona katılmış olmalarına ve kabul edilen
metni imzalamış olmalarına rağmen, daha sonra
kendi iç politik gerekçeleri sebebiyle protokolü onaylamamışlardır.
Dolayısıyla, Türkiye ve Beyaz Rusya Kyoto Protokolü'nü
esas olarak kabul etmekle beraber, tüm ülkelerin izlediği görüşmeler
süreci sonucunda konumlarını belirleyeceklerini beyan
etmektedirler. Bu çerçevede, Türkiye ve Beyaz Rusya bu temel farklılıkları
nedeniyle, Kyoto Protokolü'ne kökten itiraz eden Amerika Birleşik
Devletleri ve Avustralya'dan farklı bir konumda ele alınmaktadır.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
ZÜHEYİR AMBER (Devamla) - Bitirmek
üzereyim Sayın Başkan.
BAŞKAN - Buyurun Sayın Amber.
ZÜHEYİR AMBER (Devamla) - 3
Ekim 2005 tarihinde yeni bir aşamaya geçen Türkiye'nin Avrupa
Birliğine katılma süreci de Kyoto Protokolü konusundaki
strateji belirlenirken ele alınacak en önemli parametrelerden
birisidir.
Bir ülkenin Kyoto Protokolü kapsamındaki
esneklik düzeneklerinden yararlanılabilmesi için 2006
yılı sonuna kadar; protokole taraf olmasının yanında
1990 yılı itibarıyla hem kaynaklarca salınan hem
de yutaklarca uzaklaştırılan bütün sera gazlarının
envanterini sekreteryaya sunmuş olması ve bu envanterin
ve öngörülen ulusal hesaplama sisteminin sekreterya tarafından
onaylanmış olması, yürütülecek projelerden kaynaklanacak
salımların izlenlenmesini, onaylanmasını ve kayıt
altına alınmasını sağlayan bir kayıt sistemini
oluşturmuş olması, 2005 yılı itibarıyla
gösterilebilir ilerlemelerin ortaya konduğu bir ilerleme raporunu
ve ek-B hedeflerini kesinleştiren bir ilk rapor sunması gerekmektedir.
Ancak, Türkiye açısından
yukarıda sayılan gereklerin istenilen tarihte hazır
olması mümkün değildir.
Ne yapılabilir? Enerjinin etkin
kullanımı, idareli kullanımı, yenilenebilir
enerji kaynakları ve yeni politikalar bu sorunun çözümünün
parçası olabilir. Küresel ısınmanın etkilerini
tersine çevirmek için bu teknolojilerin birçoğu hâlen mevcut
bulunuyor. Bu alanda derhâl atılabilecek adımlar, temiz yakıt
kullanan araba üretimi, daha etkin araç gereç üretimi, uluslararası
düzeyde enerji tasarrufunu içerebilir.
Bireyler, kendilerine ait kişisel
seralarındaki gaz emisyonunu sınırlayarak anlık
farklılık yaratabilir.
Büyük şirketler de, halihâzırda
emisyon oranlarını azaltma konusunda çeşitli yöntemler
bulmaya devam ediyorlar. Ancak bu alanda daha fazla yenilik için olağanüstü
fırsatlar var.
Rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi,
melez elektrik motorları ve alternatif yakıtlar gibi yeni
temiz enerji kaynaklarının geliştirilmesi ve kullanıma
açılması sayesinde küresel ısınma kontrol altına
alınabilir.
Amerika Birleşik Devletleri
ve Türkiye, Kyoto Protokolü'ne imza atmayan iki ülke. ABD'nin
yıllık emisyonu 5,5 milyar ton. ABD, böylece tüm dünyadaki
emisyonun yaklaşık yüzde 24'ünü tek başına gerçekleştirmeyi
başarıyor. Türkiye'nin durumu da, Türkiye'de enerjiden kaynaklanan
emisyonlar 1980 yılından
itibaren arttı, 1998 yılında bırakılan 60 milyon
ton oldu. Sanayi kaynaklı 60 milyon ton, üretimden kaynaklı
17,95 milyon ton, ulaşım kaynaklı ise 40 milyon tonun üzerinde.
Dolayısıyla, 1998'de toplam karbondioksit üretimimiz 200
milyon tonu buldu. Çevre ve Orman Bakanlığımızın
bu konuda hâlen ciddi bir çalışması var mıdır,
onu bilmiyorum.
Türkiye, yenilenebilir enerji
için daha yakın ve ciddi hedefler koymak zorunda. Bugün Türkiye'nin
rüzgârdan sağladığı enerji payı, tüm enerji sektörü
içinde maalesef sadece binde 1. Rüzgâr enerjisi konusunda da Batı
Anadolu ve Karadeniz'de önemli kapasite var, ayrıca, güneş
enerjisi de var. Gelişmiş ülkeler bunu 2020 yılında
yüzde 25'lere çıkarmayı hedefliyor. Türkiye'nin bir an önce
bu payı yüzde 10'lara getirecek düzenlemeleri yapması lazım.
Yenilenebilir enerji kanununun çıkarılması, yatırımların
desteklenmesi gibi çalışmaları vakit geçirilmeden
hayata geçirmemiz gerekiyor.
Yıllarca teknolojisi
açısından, ben çevreci olarak eleştirdiğim nükleer
enerji üretim zinciri, tümüyle ele alındığında, sera
gazı salımı konusunda en temiz seçenek olduğunu
kabul etmeliyiz. Nükleer enerjinin, iklim değişikliğine
sebep olan atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunun azaltılmasında
büyük rolü vardır. Günümüzde nükleer santraller, elektrik sektöründen
kaynaklanan sera gazı salımında yıllık olarak
yaklaşık yüzde 17 azalmaya sebep olmaktadır.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
ZÜHEYİR AMBER (Devamla) - Yani,
bu santrallerin yerine, fosil yakıtlı santrallerden elektrik
elde edilseydi, her yıl 1,2 milyar ton karbon atmosfere verilecekti.
Nükleer enerji üretimi sürecinde ortaya çıkan atıkların
ve kullanılmış yakıtların yönetimi, gelecek
nesillere fazla bir yük bırakmadan, insan sağlığı
ve çevrenin korunmasını amaçlamaktadır. Ancak, nükleer
atıkların (yüksek seviyeli atıklar ve kullanılmış
yakıtlar) hâlâ nihai depolanmasının uygulanmasına
geçilememesi, nükleer enerji açısından dezavantaj olduğunu
da göz ardı etmemeliyiz. Enerji kaynaklarının gelecek
nesiller için de yeterliliği, sürdürülebilir kalkınma
açısından önemli bir konudur. Özellikle fosil kaynak rezervleri
kısıtlıdır. Nükleer yakıt hammaddesi olan
uranyum ve toryum rezervleri ise oldukça fazladır diyorum, hepinize
de saygılarımı sunuyorum.
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Amber.
Önerge üzerinde, AK Parti Grubu
adına söz isteyen Adem Baştürk, Kayseri Milletvekili. (AK
Parti sıralarından alkışlar)
Buyurun Sayın Baştürk.
AK PARTİ GRUBU ADINA ADEM
BAŞTÜRK (Kayseri) - Sayın Başkan, değerli milletvekili
arkadaşlarım; küresel ısınmanın neden olduğu
sorunların ve oluşturduğu riskin araştırılması,
gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla hem AK Parti Grubundaki
arkadaşlar hem de Cumhuriyet Halk Partisi Grubundaki arkadaşlar
tarafından verilen araştırma önergesi hakkında
Grubum adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla
selamlıyorum.
İnsanoğlu, hep birlikte
bir gemideyiz, öyle düşünebilirsiniz ve insanoğlu ve tüm
canlılar, saatte hızı 107.219 kilometre olan bir uzay gemisinin
yolcularıdır. İnsan eliyle yapılan uzay gemilerinin
aksine, dünyada canlıların yaşaması için gerekli
olan su, hava ve yiyeceğe sahip olması için güneş enerjisiyle
çalışan ve kimyasal maddeleri geri döndüren tükenmez bir
ikmal kaynağı söz konusudur ve böylece, dünya, binlerce
yıldır dengesini bozmadan yaşamaktadır.
Dünyada hayat, kalınlığı
15 kilometre olan ince bir hava ve toprak tabakasından oluşmaktadır.
Yerküre içinde 6 milyar insan ve yüz elliden fazla değişik
devlet bulunmaktadır. Bunun yanında, binlerce çeşit
bitki, hayvan ve mikroorganizma binlerce yıldır birlikte
yaşamaktadır. Bitkiler, dünya yüzünde dört yüz elli milyon
yıldan beri, omurgalı hayvanlar dört yüz milyon yıldan
beri ve insanlar da on bin yıldan beri bu dünyada yaşamaktadır.
Biyolojik çeşitlilik, hayatı destekleyen ekolojik denge
için de gereklidir. Binlerce yıldır dengeli bir şekilde
hayatiyetini sağlıklı devam ettiren yerküre, sanayi
devrimiyle birlikte insan eliyle tahribata maruz kalmıştır.
Çevremizdeki hava, toprak ve su kirlenmiş, ozon tabakası
incelmiş, iklim değişiklikleri görülmeye başlanmıştır.
Bunların en önemlisi de, iklim değişikliği ihtimalidir.
Çünkü, bu, diğerlerinden çok farklı olarak küreseldir. Yani,
su kirliliği, ülkede su kirliliği varsa, o suyun çevresinde
oturanları ilgilendiriyor. Bir Kızılırmak kirleniyorsa,
Sakarya kirleniyorsa o sadece bizi ilgilendiriyor, tedbir aldığımızda
temizleyebiliyoruz veya toprak kirlenmişse sadece o toprağı
kullananları ilgilendiriyor ve tedbir alındığında
temizlenebiliyor. Benzer şeyi, tam olmasa da, hava kirliliği
için söyleyebiliriz, ama, iklim değişikliğine sebep
olan sera gazları öyle değil. Sera gazları, başta
söylediğim gibi, ortak bir gezegende hepimiz birlikte kullandığımız
bir olgu. Dolayısıyla, tek başına ülkeler bu problemi
çözemezler, çözemiyorlar ve küresel ısınmanın temel
sebebi veya iklim değişikliğinin temel sebebi, atmosferde
tabii denge içinde var olan karbondioksit, metan ve azotoksitlerin
artmasıdır. Atmosferde bulunan bu gazlar, bu sera gazları,
aslında, gerekli miktarda olması gerekiyor. Eğer bu
gazlar gerekli miktarda olmasaydı, atmosfer veya dünya bugünkü
sıcaklığından 30 derece daha sıcak olurdu, dolayısıyla
hayat olmazdı. Peki, yapılan şey ne? Aslında, bunu
bir battaniye gibi düşünürseniz, sera gazları, yeryüzünde,
atmosfer yüzünde battaniye gibi atmosferi sarmıştır.
İlave karbondioksit, ilave sera gazları bu battaniyeyi
kalınlaştırıyor. Çok kabaca böyle ifade edebilirim.
Dolayısıyla, o dengeyi bozuyor ve yeryüzü beklenenden ve
dengeden daha fazla soğuyor veya ısınıyor.
Bugün problem, bu battaniyenin kalınlaşması
-böyle ifade edebilirim- ve battaniyeyi inceltecek -öyle ifade
edebiliriz- orman varlığının veya bir diğer
ifadeyle yutakların azalmasıdır. Bir hesaba göre, dünyadaki
ilave atılan karbondioksitin veya sera gazlarının ortamdan
yutulması, alınması için Amerika kadar bir alanın
ormanlaştırılması gerekiyor. Bu, çok ciddi bir rakam.
Peki, şunu da bir analiz edersek:
Peki, bu sera gazları nereden ileri geliyor? Hep biliyoruz,
ama çok kabaca bir söylemek istiyorum: Bunlardan bir tanesi fosil
yakıtlardan geliyor ve önemlisi bu. Yani, fosil yakıtların
(petrol, doğal gaz, kömür gibi) enerji maksadıyla yakılmasından
kaynaklanıyor. Karbondioksit emisyonunun önemli bir kısmı
buradan. Bir başka kısmı sanayiden -bunlar önemsiz- mesela
çimento sanayisi ve kimyasal proseslerden çıkıyor. Bir
başka kısmı ulaştırmadan çıkıyor. Hava,
deniz, kara ulaşımları, bunlar yakıt kullanıyorlar.
Aslında bu da bir yerde bir fosile dayanıyor. Sonra, katı
atık yönetimi
Bu, bazen gözden kaçıyor. Bu çöp depo sahalarında
çıkan metan, karbondioksitten daha fazla, 21 kat daha fazla sera
etkisi meydana getiriyor atmosferde. Bu da önemli bir parametre.
Ayrıca tarımda, tarımdaki çeltik üretimi, çeltik tarımı
ve anız yakma gibi hadiseler de sera gazının oluşmasına
sebep oluyor, artırıyor.
Devlet Planlama Teşkilatının
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı'ndaki verilen
rakamlara göre, onun rakamlarına göre, dünyada toplam bir
yılda 157 milyar ton karbon -monoksit değil- sadece karbon
salımı olmakta ve bunun 153,9 milyar tonu bitkiler ve okyanuslar
tarafından yutulmakta ve yılda net 3,2 milyar ton karbon atmosfere
verilmektedir. Bütün mesele de burada zaten. Demek ki, ortalama
3,2 milyar milyon ton -kimden geliyor, nasıl geliyor, önemli değil-
atmosfere veriliyor. Peki, bunu kim veriyor? Biraz önce CHP
adına konuşan arkadaşımız, sanki, biz Kyoto
Protokolü'nü imzalayınca mesele çözülecekmiş gibi bahsetti.
Bakın, rakamları -yine
DPT rakamları bu verdiğim rakamlar- yine, tabii, Kyoto Protokolü
ve İklim Değişikliği Sözleşmesi'nde hep 1990
yılı esas alındığı için, 1990 yılı
rakamlarını söylüyorum: 1990 yılı rakamları
itibarıyla, Amerika Birleşik Devletleri 1 milyar 346 milyon
ton karbon -karbondiokside çevirmek istediğinizde, bunu
3,66'yla çarpacaksınız- veriyor atmosfere. Bu, dünyadaki
karbon salımlarının yüzde 23'ü, 1990 yılı itibarıyla.
Batı Avrupa ülkeleri 936 milyon ton karbon veriyor, bu da yüzde
16'sı. Japonya 274 milyon ton veriyor, bu da yüzde 5'i. Toplam, gelişmiş
ülkelerin dünyaya verdiği karbon veya karbondioksit emisyonu
yüzde 50'yi buluyor.
Bunun dışında, gelişmekte
olan ve gelişme durumunda olan ülkeler diye, Çin'i saydığımızda,
Çin, 90 yılında -çok fazla değil- 620 milyon ton, yüzde
11'ini oluşturuyor; Hindistan 153 milyon ton, yüzde 3'ü, nüfusuna
göre çok az; Türkiye 35 milyon ton -karbon olarak söylüyorum, tabii
yine DPT rakamları; bunu karbondiokside çevirdiğimizde
aşağı yukarı 130 milyon ton eder- diğer ülkeler
1.290 milyon ton -yani, bu saydığım ülkelerin dışındaki-
o da yüzde 22. Türkiye, yüzde 0,5 ediyor. Toplam 5 milyar 786 milyon
ton karbon emisyonunun ancak 35 milyon tonu Türkiye'den çıkıyor.
Türkiye bunu sıfıra indirse, hiç bırakmasa, dünyadaki
bu değişikliğe hiçbir etkisi olmaz. Bunu parantez
açıp söylemek istiyorum. Sanki, Türkiye, Kyoto Protokolü'nü imzalarsa
çözecekmiş gibi
CANAN ARITMAN (İzmir) - Yapmayalım
mı yani Vekilim?
ADEM BAŞTÜRK (Devamla) - Yok,
ben oraya geleceğim
Geleceğim oraya
Ben sadece rakamları
konuşturmak istiyorum. Yani, asıl meselenin endüstri ülkelerinde
olduğunu söylemek istiyorum.
Tabii, Çin'deki gelişmeleri,
Hindistan'daki gelişmeleri de dikkate aldığınızda,
yine, ileriye dönük olarak ihtimaller veya ihtimal hesapları
yaptığınızda, işte, 2020 yılı itibarıyla
bu ihtimal, aşağı yukarı gelişmiş ülkeler
yüzde 40'a düşerek biraz azaltıyorlar, gelişmekte olan
ülkelerse yüzde 29'dan yüzde 50'ye çıkarıyorlar. Çin özellikle
yüzde 20'lere kadar çıkıyor.
Tabii, yine, bu, dünyadaki kalkınma
hızını yüzde 2 diye alırsak eğer -yüzde 2,1- ve
enerji taleplerini de yüzde 1,8 alırsak, dünya 2020 yılında
15,5 milyar ton petrol eş değeri enerji tüketecek ve bunun
karbon salınımı ise aşağı yukarı 10
milyar ton olacak, yani, 5 milyar 786 milyon tonluk karbon salımı
2020 yılında, eğer, bu gidişle olursa, bu gidişle
-tedbir alınmazsa- 10 milyar tona çıkacak. Tabii, burada, gelişmekte
olan ülkeler biraz miktarını azaltıyor, ama, diğerleri
biraz daha artırıyor ve bu mukayeseyi, biraz önce söylediğim
mutlak değerleri, bir de fert başına mukayeseler
şekline dönüştürdüğümde, orada da çok ciddi çarpıcı
rakamlar var. Bunlar da 2003 yılı itibarıyla rakamlar:
Kişi başına enerji tüketimi yılda -bu da ton petrol
eş değeri olarak- Türkiye 1,12 fert başına, dünya
1,69; dünyanın ortalamasından daha da az; hele OECD ülkeleri
4,67; yani, onun neredeyse dörtte 1'inden daha az. Peki kişi başına
elektrik tüketimi ne kadar? Kişi başına elektrik tüketimi
Türkiye'de 1.684, dünyada 2.429 ve OECD'de 8.044. Yine, enerji tüketimi
açısından Türkiye, OECD ülkelerinin yine dörtte 1'ine tekabül
ediyor. Sera gazlarına konu olan karbondioksit emisyonunu dikkate
aldığımızda, yine karbondioksit emisyonu Türkiye'de
2,87 ton, kişi başına yılda, dünyada 3,99 ton, 4 ton
deyin aşağı yukarı. Türkiye, yine ortalamanın
çok daha altında. OECD ülkeleri 11 ton, yılda, kişi başına.
Görüldüğü gibi, Türkiye karbondioksit
salınımı bakımından hem dünya ortalamalarının
hem de OECD ortalamalarının çok altında. OECD'nin çok altında,
dünya ortalamasının altında ve bu sebeple de -biraz önce söylediğim karbon emisyonları
sebebiyle de- son kırk yılda ölçülen karbondioksit emisyonu
açısından, karbondioksit emisyonu dünya atmosferinde 310
mikrogram/metre küpten 370 mikrogram/metre küpe çıkmış.
Tabii, ben burada mukayeseleri
vermek istedim ki, pozisyonu görmek açısından.
Görüldüğü gibi, gelişmiş
ülkeler diyorlar ki: "Bundan sonra karbon veya karbondioksit
salınımını artırmayalım." Pozisyonunu
korumak istiyor. Fert başına enerji talepleri 8 bin kilovatı
bulmuş ve fert başına karbon miktarı 11 tonu bulmuş
ve burada diyor ki: "Biz bunu sabitleyelim." Ama, buna karşılık
-ve dünyanın yarısını kirletiyor, tek başına
Amerika yüzde 25'ini kirletiyor- diyor ki geri kalmış ülkelere:
"Siz de sabit durun." Tabii, sıkıntı burada başlıyor.
Diyor ki geri kalmış ülkeler: "Biz de sizin gibi gelişmek
durumundayız. En azından eşitlik isteriz."
İşte bu durumda, deminden
beri konu olan uluslararası sözleşmeler gündeme geliyor.
Peki, şunu da -belki arkadaşlarım söylediler ama- ben
çok şey etmeden; peki, atmosferde bu sera gazı oluşursa
ne türlü ihtimaller söz konusu olur? Çeşitli senaryolar üretiliyor.
Biraz önceki senaryoları yazabiliriz: Aşırı
sıcaklar olabiliyor, soğuyabiliyor, şiddetli yağışlar
oluyor, buzullar eriyor, denizler yükselebiliyor ve herkesin hemfikir
olduğu, ama, rakamda çok hemfikir olmadıkları bir konuda,
2100 yılına kadar, 2100 yılında, mesela bir senaryoya
göre -aynı raporun iki değişik şeyinden söylüyorum
ben; bir 2000 yılı raporu bir de 2006 yılı raporu-
2000 yılı raporunda diyor ki: "Dünya sıcaklığı
1'le 3,5 derece artacak 2100 yılında." Yeni yayınlananda
da "1,4'le 5,8 olduğu tahmin edilmektedir" diyor. Yani,
tabii, ayrıca bu tahminleri çoğaltabiliriz: Bu
ısınmanın sonucu hidrolik döngünün değişmesi,
kara ve deniz buzullarının erimesi, kara ve buzul örtüsünün
alansal daralması, kuraklık, çölleşme, salgın hastalıkların
ve zararlarının artması gibi, dünya ölçeğinde
sosyoekonomik sektörleri ve ekolojik sistemleri ve dünya sağlığını
ve insan sağlığını doğrudan veya dolaylı
etkileyecek önemli sonuçların ortaya çıkacağı
beklenmektedir.
Peki, dünya bu gidişe seyirci
mi kalacak? İşte, dünya bu noktada seyirci kalmıyor.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği
Çerçeve Sözleşmesi ve arkasında Kyoto Protokolleri gündeme
geldi biliyorsunuz ve bu sözleşmede ülkelerin ortak, fakat
farklı sorumlulukları, ulusal ve bölgesel kalkınma öncelikleri,
amaçları ve özel koşulları dikkate alınarak, tüm
taraflara, insan kaynaklı sera gazı salınımını
azaltması, iklim değişikliğinin önlenmesi ve etkilerinin
azaltılması alanlarında ortak sorumluluklar verilmiştir.
Bu hükûmetler arası iklim değişikliği protokolünün
veya anlaşmasının temel kaideleri bunlar ve 2000
yılına kadar, 1990 yılındaki karbondioksit seviyesini
yüzde 5 azaltmayı orada tavsiye ediyor. Arkadaşlarım
daha önce ifade ettiler, işte, 1 numaralı liste, 2 numaralı
liste diye
Türkiye önce Rio'da 1 numaralı listedeydi, gelişmiş
ülkeler listesindeydi, sonra Marakeş'te bu 2 numaralı listeye
alındı. Dolayısıyla, o yanlışlık düzeltildi
ve bunun sonucunda şunu görüyoruz bu aradaki geçen sürede: Yani,
1992 ile 2000 arasında, bu 1 numaralı listedeki karbondioksit
emisyonları yüzde 6,5 azalmış ve 2 numaralı listede,
gelişmiş ülkelerdeki karbondioksit emisyonu ise yüzde 7,5
artmış, ama, başarılı olan bir grup var; o, AB ülkeleri.
Orada da, AB ülkelerinde de bu aradaki sekiz yıllık sürede
yüzde 3,5 azalmış.
Biliyorsunuz, yine arkadaşlarım
söylediler, sera gazı salınımlarıyla ilgili,
azalması yönündeki yükümlülükleriyle ilgili sözleşmeler,
Kyoto Protokolü, 26 Şubat 2004'te yürürlüğe girdi. Türkiye
de o Marakeş'teki düzeltmeler sebebiyle de o başlangıçtaki
sözleşmenin tarafı oldu, ama, hâlâ, Kyoto Protokolü'nün tarafı
değil.
Aslında, bu anlaşmalarda
özel hükümler de konuyor. Mesela, Avustralya, İzlanda gibi ülkeler
yüzde 10 artı almışlar 1990'a göre, ama Avrupa Birliği,
Amerika Birleşik Devletleri ise salınım azaltma yükümlülüğü
getirmişler. Bunun bir tanesi yüzde 8, öbürü yüzde 7. Avrupa
Birliği, kendi içinde bir organizasyon yapmış, kendi
ülkelerini düzenlemiş. Mesela, Lüksemburg 2020 yılına
kadar yüzde 28 emisyonu azaltırken, Portekiz'e yüzde 27 artma
imkânı verilmiş. Bu da Avrupa Birliğinin kendi içindeki
düzenlemesi.
Türkiye'nin 2004 yılında
imzaladığı sözleşmeye göre yükümlülükleri, sera
gazı yutaklarını ve haznelerini (orman ve mera alanları)
korumak ve artırmak, bu amaç için ulusal politikalar oluşturmak,
uygun önlemleri almak, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği
Çerçeve Sözleşmesi Sekretaryasına bildirimde bulunmak
olarak sayılabilir, çok özet olarak. Bunun için Türkiye, İklim
Değişikliği Koordinasyon Kurulu kurdu ve bu Koordinasyon
Kurulu çalışmaya başladı ve bunun için gruplar
oluştu, sekiz değişik grup oluştu ve bununla ilgili
olarak da ilk ulusal bildirimi geçen yılın sonunda, bu
yılın başında açıklandı, ilk İklim Değişikliği
Ulusal Raporu diye, bu Birleşmiş Milletlere söz verildiği
rapor. Bunlar şu anda yayınlanmış ve Çevre Bakanlığı
sitesinde de var, kapsamlı ve İngilizce hazırlanmış,
zannediyorum Türkçeye de çevirecekler. Bu rapora göre, 1990
yılında, biraz önce Sayın Bakan da söyledi, karbondioksit
emisyonu 170 milyon ton, 2004 yılında 296 milyon ton ve bunun
yüzde 76'sı enerji
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun Sayın
Baştürk.
ADEM BAŞTÜRK (Devamla) -
5,1'i
tarım ve 9,3'ü atıklardan ortaya çıkmaktadır.
Türkiye, sera gazı kontrolünde,
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği
Çerçeve Sözleşmesi'ndeki ortak yükümlülükler doğrultusunda
kalkınma önceliklerini, hedeflerini ve artan nüfusunun ihtiyaçlarını
gözeterek iklim değişikliğine karşı yürütülen
küresel mücadelede yerini almayı amaçlamaktadır. Türkiye'de
enerji talebindeki artışlar enerjinin doyma noktasına
ulaşmadığını göstermektedir. Gelecek on
yıllarda da enerji talebi artacaktır. Bu bakımdan, sera
gazı azaltılmasında enerji tasarrufu, enerjinin verimli
kullanılması, yeni teknolojilerin ve yenilenebilir
enerji kaynaklarının yaygınlaştırılması,
orman kaynağının artırılması, gelecekte
yararlanılacak politika araçları ve teknolojik imkânların
başında gelmektedir.
Sonuç olarak, sürdürülebilir kalkınmayla
birlikte çevrenin korunması ve geliştirilmesi esas olmalıdır.
Bu politikanın temel ilkesi, doğal kaynakların yönetimi,
insan sağlığı ve doğal dengenin korunması
şartıyla, sürdürülebilir bir kalkınmanın sağlanması
ve gelecek kuşaklara, yaşanabilir fiziksel ve sosyal bir
çevre bırakılması esastır. Ülkemiz, iklim değişikliğiyle
ilgili taahhütlere girerken, ülkenin doğal kaynaklarının
yönetimini, sürdürülebilir bir kalkınmanın sağlanması
gerektiğini, kalkınma için enerjiye mutlaka ihtiyaç duyulduğunu,
enerji temini için doğal kaynak olarak su ve kömür dışında
Türkiye'de ciddi bir kaynağın olmadığını,
fert başına enerji tüketimi ve karbondioksit salınımının
gelişmiş ülkelerin yaklaşık 1/3'ü ve dünya ortalamasının
yüzde 70'i kadar olduğunu dikkate almak gerekmektedir.
Bu bakımdan, dünyadaki iklim
değişikliklerinin ülkemize etkileri, ortaya çıkacak
sonuçlar, alınacak idari ve yasal önlemlerin belirlenmesi bakımından
bir Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonunun kurulmasının
faydalı olacağı kanaatimi ifade ediyor; bu vesileyle,
yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Baştürk.
Birleşime beş dakika ara
veriyorum.
Kapanma
Saati: 19.51
DÖRDÜNCÜ
OTURUM
Açılma
Saati: 19.56
BAŞKAN:
Başkan Vekili Nevzat PAKDİL
KÂTİP
ÜYELER: Yaşar TÜZÜN (Bilecik), Ahmet Gökhan SARIÇAM (Kırklareli)
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 62'nci Birleşimi'nin Dördüncü
Oturumu'nu açıyorum.
(10/351, 399, 417) esas numaralı
Meclis araştırması önergelerinin ön görüşmelerine
kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Hükûmet yerinde.
Şimdi söz sırası,
önerge sahipleri adına İzmir Milletvekili Canan Arıtman'a
aittir.
Sayın Arıtman, buyurun
efendim. (CHP sıralarından alkışlar)
CANAN ARITMAN (İzmir) - Sayın
Başkan, değerli milletvekilleri; son on beş yıl
içinde insanlığın sorunlarına bir yenisi daha eklendi:
Küresel ısınma ve iklim değişimi. Bu yapay bir iklim
değişimidir ve yüzde 90 oranında insanların yaptıklarından
kaynaklanmaktadır. Jeolojik çağlar boyunca meydana gelen
doğal iklim değişikliği milyonlarca yılda
oluşurken, bu yapay iklim değişimi on beş-yirmi
yıl gibi çok kısa bir zaman sürecinde ortaya çıkmıştır.
Küresel ısınma, insanların
çeşitli aktiviteleri sonucunda meydana gelen ve sera gazları
olarak nitelenen bazı gazların atmosferde yoğun bir
şekilde artması sonucunda yeryüzü sıcaklığının
yapay olarak artması sürecidir. Küresel iklim değişimi
ise, küresel ısınmaya bağlı olarak iklim ögelerinin
değişmesi olayıdır.
Sera gazları içinde en yüksek
paya sahip olanı karbondioksittir. Bu gaz, bildiğiniz gibi,
petrol, kömür ve doğal gaz gibi fosil yakıtların kullanılması
sonucu atmosfere karışır. Bir yandan fosil yakıt
kullanımının hızlı artması, öte yandan,
fotosentezle tonlarca karbondioksidi yutan ormanların ve
bitkisel planktonların tahribi, atmosferdeki karbondioksit
miktarını, son yüz altmış bin yılın en yüksek
düzeyine ulaştırmıştır. Karbondioksidin küresel
ısınmadaki payı yüzde 50'dir, ama karbondioksit moleküllerinin
atmosferdeki ömrü elli-yüz yıl gibi çok uzun bir süreçtir. O nedenle
de, küresel ısınma konusunda alınacak önlemlerin başında
karbondioksit salınımının azaltılması
gelir.
Küresel ısınma ve küresel
iklim değişikliği, ekolojik, ekonomik ve sosyolojik
sonuçlara, hem de dramatik sonuçlara neden olacaktır. Sıcaklıkların
artmasıyla kara ve deniz buzullarının erimesi, deniz
seviyesinin yükselmesi, iklim kuşaklarının yer değiştirmesi,
şiddetli hava olaylarının, sellerin, kasırgaların,
hortumların daha sık olması ve şiddetlerinin artması,
kıyı bölgelerin sular altında kalması, nehir deltaları
ve çok verimli tarım alanlarının, sulak alanların
sular altında kalması, su yüzeylerinden buharlaşmanın
artmasıyla toprağın kuruması, tarımsal ürünlerin
azalması, kuraklık, erozyon, çölleşme, salgın hastalıklar
gibi insan yaşamını ve sağlığını,
sosyoekonomik sektörleri etkileyebilecek sarsıcı olaylar
yaşanacaktır.
Ayrıca, tüm eko sistemlerdeki
bozulmaya bağlı olarak canlı ve cansız çevrenin doğal
dengesi de altüst olacak, 2050'ye kadar bitki ve hayvan türlerinin üçte
1'i yok olacaktır.
Deniz seviyesindeki yükselmeyle,
tuzlu su, tatlı su kaynaklarını istila edecek, toprak
kalitesi bozulacak, tundralar bataklığa dönüşecektir.
Ortaya çıkacak iklim değişiklikleri neticesinde,
kuraklık, susuzluk, tarım alanlarındaki daralma, tarımsal
ürünlerin azalması, kıtlık, doğal afetler gibi nedenlerle
dünyada kaos yaşanmaya başlanacak, büyük göçler ve savaşlar
ortaya çıkacaktır. Dünyanın sonunu petrol savaşları
getirmezse küresel ısınmanın getireceği kesindir.
Önümüzdeki on yıllarda da su savaşlarının çıkması
kaçınılmazdır.
Emperyalist güçlerin ülkemize
göz dikmelerinin, ulus devleti yıkma girişimlerinin altındaki
en önemli nedenlerden biri de su kaynaklarımızdır.
AB'nin, 17 Aralık kararlarında, ülkemizin sularının
ve barajlarının idaresinin AB'ye ait bir üst yönetime verilmesinin
altındaki neden de budur.
Küresel ısınma olgusu insan
sağlığına ölümcül etkiler getirecek, kitlesel
ölümlere neden olacaktır, ortalama yaşam süresi kısalacaktır.
Aşırı sıcaklıklar sebebiyle önce kalp-damar
hastaları, diyabetliler, yaşlılar ve çocuklar hayatını
kaybedecektir. Aşırı sıcaklıklar nedeniyle
biliyorsunuz geçtiğimiz yaz tüm Avrupa ülkelerinde bu tür
ölümlerle karşılaştık. Ayrıca, beslenme yetersizliği,
açlık ve susuzluğun getirdiği ölümler olacak,
aşırı sıcaklık ve su kaynaklarındaki azalmayla
virütik, bakteriyel ve paraziter enfeksiyonlar artacak, malarya
yayılacak, temiz suya erişememekten ishal, tifo, kolera
salgınları görülecek, kalp-damar hastalıkları,
solunum yolu hastalıkları, astım ve alerjik hastalıklar,
göz ve deri hastalıkları, psikolojik hastalıklar da
artacaktır.
Bilim adamları, otuz üç
yıldır, küresel ısınmaya ve neden olacağı
felaketlere hükûmetlerin dikkatini çekmeye çalışıyor,
ama ne yazık ki, sanayileşmiş, gelişmiş ülkeler,
bu çığlıkları, ekonomik çıkarlarını
her şeyin üstünde tuttukları için, duymazlıktan geliyorlar.
Bakın, ilk kez, Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu daha 1988'de "iklim değişikliği
insanlığın ortak kaygısıdır" kararını
aldı ve sonra da Birleşmiş Milletlerin hazırladığı
İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1992'de
Rio Konferansı'nda imzaya açıldı, Türkiye ancak 2004'te
taraf oldu. Ama, ne yazık ki, sözleşmeye taraf olan ülkelerin
bu konferanstaki taahhütlerini yerine getirmemeleri neticesinde
bu protokole bir de yasal bağlayıcılık getirecek
yeni bir düzenleme gerekli oldu ve bu şekilde Kyoto Protokolü
ortaya çıktı. 97'de yazıldı biliyorsunuz. Bu Kyoto
Protokolü'ne göre, sera gazı salınımı, 2012'de yüzde
5,2 oranında azaltılacak ve 90'lardaki seviyeye, salınım
düzeyine inecekti. Ama, tabii, bu protokolün yürürlüğe girmesi
için, zararlı sera gazı salınımlarının
yüzde 55'inden sorumlu olan en az elli beş ülke tarafından
da imzalanması gerekiyordu. Bu, sera gazlarının yüzde
36'sından sorumlu olan Amerika ile yüzde 18'inden sorumlu olan
Rusya'nın protokolü imzalamaması neticesinde yürürlüğe
giremedi. Ama, 2004'te Rusya'nın imzalamasıyla, 2005 itibarıyla
da Kyoto Protokolü yürürlüğe girmiş oldu. Amerika hâlâ imzalamamıştır.
AB ülkelerinin hepsi taraftır ve bu protokolü imzalamayan ülkelerden
biri de, ne yazık ki, ülkemizdir.
Birçok ülke hâlâ ekolojik afetlere
ait potansiyel tehlikeleri bir türlü görmek istememektedirler.
Ekonomik kârlılıklarını her şeyin üzerinde tutan
bu ülkeler yüzünden, yaşanılabilir bir dünya umudu tükenmektedir. 2007 Şubatında Paris'te yapılan
son IPCC toplantısının raporu, insanlığın
ve dünyanın geleceği açısından artık geri dönülmez
noktanın eşiğinde olduğumuzu ilan etmiştir.
Kyoto Protokülü'nü imzalamayan
ülkelere şu bilimsel gerçekler acilen hatırlatılmalıdır:
Küresel ısınma ve iklim değişikliği, şimdiye
kadar dünyanın gördüğü ekolojik afetlerin en büyüğü,
en tehlikelisidir. Küresel ısınmaya neden olan sera gazları
salınımı hemen durdurulsa
bile, gezegenimiz, on yıllarca ısınmaya devam edecek
ve bu ısınmanın etkileri de en az yüz yıl sürecektir.
Besin üretimi ve su kaynaklarının azalmasıyla, 2050
yılında göç edecek insan sayısı 150 milyona ulaşacaktır.
2070'te 5,5 milyar insan gıda sıkıntısı çekecektir
ve 3,2 milyar insan da susuzluktan etkilenecektir. Çok değil,
en fazla yirmi-otuz yıl sonra, su kaynaklarını ele geçirmek
için bölgesel savaşlar yaşanacak ve ne yazık ki, bunun
için de nükleer silahlara başvurulacaktır. Yine, tarım
alanlarının ve su havzalarının hem korunması
hem de ele geçirilmesi için çıkacak çatışmalar, dünyadaki
terörü de azdıracaktır ve en sonunda, sadece Kuzey Kutbu'nda
birkaç milyon insan yaşayabilecektir.
Ya Türkiye'nin başına neler
gelecek? Ülkemiz, iklim değişikliğinin olumsuz etkileri
açısından risk grubundaki ülkeler arasındadır.
Şimdiden sulak alanlarımızın yüzde 40'ını
kaybettik, yıllık ortalama sıcaklıklarımız
artıyor. Kar yağışı giderek azalıyor,
kış mevsimi ortadan kalkıyor. Göllerdeki, barajlardaki
su miktarı azalıyor, taban sularımızın seviyesi
düşüyor ve tarım alanlarımızın yüzde 40'ı
kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya. Tarımsal
ürünlerin hem çeşidi hem miktarı azalacak. Orman yangınları
artacak. Tarımsal hastalık ve tarım zararlılarında
büyük artışlar görülecek. 2050 yılında artık
Akdeniz'e turist gelmeyecek. Ani ve şiddetli yağışlar
sellere, heyelan ve erozyona yol açacak, büyük can ve mal kayıpları
yaşanacak. Türkiye yüz yıl içinde Kuzey Afrika'ya dönüşecek.
Dünyayı en fazla kirletenler
arasında olan ülkemiz artık acil önlemler almak zorundadır.
Küresel ısınmadan etkilenmeye çoktan başladık bile.
Gerekli önlemleri almak, artık sadece siyasi değil ahlaki
bir görevdir. Bu işler, vatandaşa "arabanı kullanma,
lambayı yakma, musluğu kıs" demekle çözümlenemeyecek
kadar önemlidir ve kapsamlı planlamaları gerektirir.
Su kaynaklarımızı,
su havzalarımızı korumalı, iyi kullanmalı
ve akıllıca yönetmeliyiz. Yaşamak için, artık, su,
petrolden çok daha önemlidir.
Atmosfere salınan karbondioksidi
geri emen ormanları korumalı, orman yangınlarına
karşı önlemler almalı, yeni ormanlık alanları
üretmeliyiz. Bununla ilgili, ormanların yok olmasına neden
olacak 2/B yasası gibi yasal düzenlemelerden de vazgeçmeliyiz.
Toprağı korumalı,
değişecek iklime göre tarımsal üretimimizi planlamalı,
arazi kullanım planı yapmalı, su planlaması yapmalıyız.
Temiz, yenilenebilir enerji kaynaklarına
ağırlık vermeli, su, rüzgâr, jeotermal ve güneş enerjisi
yatırımlarını desteklemeliyiz.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun Sayın
Arıtman, konuşmanızı tamamlayınız.
CANAN ARITMAN (Devamla) - Teşekkür
ediyorum Sayın Başkan.
Bunların yanında toplumsal
duyarlılık yaratmaktan, turizmin çok değişecek
geleceğini planlamaya kadar yapılacak çok şey vardır
ve elimizi çabuk tutmalıyız. Gelecek nesillerimize yaşanabilir
bir Türkiye bırakmak görevimizdir.
Sözlerimi Kızılderili
reisin ünlü dizeleriyle bitiriyorum: "Son ırmak kuruduğunda,
son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz
adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak."
"Bu dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, biz
onu çocuklarımızdan ödünç aldık."
Son söz olarak da, 2007 yılının
tarihin yaşanmış en sıcak yılı olacağını
hatırlatarak, seçimleri yaza güze bırakmamanızı
öneririm.
Saygılar sunarım. (CHP ve
Anavatan Partisi sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim.
Önerge sahipleri adına ikinci
söz, Ankara Milletvekili Yakup Kepenek'e aittir.
Sayın Kepenek buyurun. (CHP
sıralarından alkışlar)
YAKUP KEPENEK (Ankara) - Teşekkür
ederim Sayın Başkan.
Sayın milletvekilleri, bugün
ele alınmasına karar verilecek olan Meclis araştırması
önergem üzerine kişisel görüşlerimi açıklamak üzere
söz aldım. Hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Sözlerime başlarken, ülkemizin
yetiştirdiği çok değerli Anayasa hukukçusu, bilim insanı
Yavuz Sabuncu'yu yitirdiğimizi ve bu konudaki üzüntülerimizi,
hepimizin üzüntülerini dile getirmeme izin veriniz. O bağlamda,
kendisini saygıyla anıyorum.
Değerli milletvekilleri,
Birleşmiş Milletlerin ve diğer yeni kurumsal çalışmaların
kanıtladığı gibi, küresel ısınma, dünyayı
tehdit eden önemli, çok önemli sorunlardan biridir ve bu konu, son zamanlarda
yoğun bir biçimde tartışılmakta, tehlikenin çok
büyük boyutlara ulaştığı vurgulanmaktadır.
Benden önce konuşan arkadaşlarım da, bunu, enine boyuna
vurguladılar.
Değerli milletvekilleri, küresel
ısınma, esas olarak sanayileşmenin ürünüdür. Küresel
ısınmanın sanayileşmeyle başladığı
bilimsel olarak kanıtlanmaktadır. Küreyi ısıtanlar
sanayileşmiş ülkelerdir. O zaman, çevre konusunda temel
bir kural var "Kirleten öder." diye. Bu kural, küresel
ısınma konusunda da geçerli olmalıdır. Sanayileşmiş
ülkeler, küresel ısınmanın önlenmesi için gereken masrafları
üstlenmede birinci derecede sorumlu tutulmalıdır ve
eğer önlem alınacaksa, onlardan işe başlamak gerekmektedir.
Bir önemli konu daha var: Küresel
ısınmaya karşı önlem alınması piyasa koşullarına
terk edilmeyecek kadar önemlidir. Bize son yirmi beş-otuz yıldır
piyasanın her şeyi düzelteceği, yatırımları
düzelteceği, daha çok yatırım sağlayacağı,
ekonomiyi kalkındıracağı ve her türlü yanlışın
piyasa tarafından düzeltileceği vurgusu yapıldı,
zihinlerimize bu yerleştirildi. Ancak küresel ısınmayla
ilgili bilimsel veriler kanıtladı ki, piyasa koşulları
küresel ısınmayı önlemede çok yetersiz kalmaktadır.
Haa, o zaman, eğer piyasa koşulları küresel
ısınmayı önlemede başarısız ise -ki, öyledir-
o zaman, ulus devletlere, devletlere ve uluslararası kuruluşlara
büyük görevler düşmektedir. Bizim önergemizin ele alınması
ve incelenmesiyle, sonuçlandırılmasıyla, bu konuda,
ülkemize ve dünyaya yönelik gelişmeler ele alınabilecektir.
Bir önemli alt başlık daha
vurgulanmalıdır: Küresel ısınma dünyada eşit
dağılmıyor, haksız dağılıyor. Küresel
ısınmadan asıl zararı görenler yoksul ülkelerdir.
Bu, ülkemiz için de geçerlidir. Kuraklık, açlık, yoksulluk
çeken bölgeler genellikle düşük gelirli ve işsiz ve zorluk
içinde, güçlük içinde yaşayan kesimlerdir. Dolayısıyla,
yapılması gereken düzenlemelerin, incelemelerin, o bölgelerin
durumunu düzelterek işe başlamasında büyük yarar vardır.
Önlemlerin alınmasında bu konu önemlidir.
Küresel ısınmayla ilgili
olarak, son günlerde Türkiye ısınma haritaları yayınlanıyor.
Değerli arkadaşlar, Türkiye'nin ısınma-kuraklık
haritasını, küresel ısınma haritasını
Londra Üniversitesi yayınladı. Çok isterdim ki -burada,
geçen konuşmamda da vurguladım- Türkiye'nin bilim kuruluşları,
kurumları -başta TÜBİTAK olmak üzere, üniversiteler
olmak üzere- kendi ısınma ya da kuraklık haritamızı
üretebilmiş olsunlar. Dilerim ve isterim ki, TÜBİTAK, örneğin,
Ulusal Deprem Konseyini yok saymak için Hükûmete önerilerde bulunacak
yerde bu işlerle uğraşsın ve üstelik o bilim insanlarının
hiç de haberi olmadan... Yani, Türkiye bilim dünyası, biraz da
kendi iç kavgalarından kurtulup, bu işlerle uğraşsın.
Ama bunun birincil koşulu, Hükûmetin bu kurumlara, yani üniversitelere
karşı tutumunu değiştirmesi, TÜBİTAK'ın
etkin, verimli çalışır hâle gelmesi için yasal düzenlemeleri
hiç gecikmeden yapması ve Türkiye'nin küresel ısınma
karşısındaki bilimsel durumunun ortaya çıkmasında
kendi bilim kurumlarımızın etkin çalışmasının
yollarını açmasıdır.
Bu araştırmayla neyi elde
edebileceğiz, onlara tek tek gelmeden, hemen şunu söyleyeyim:
Türkiye, bir küresel ısınma ulusal programı hazırlamak
zorundadır. Bu konuda 3 bakanımızın girişimleri
veya diğer girişimler hem gerekli ön hazırlıklar
yapılmadan ve hızla yapıldıkları için hem de
Türkiye'deki ve dünyadaki verileri, yeni gelişmeleri tam olarak
değerlendirmeden yapıldıkları için çok da verimli
olmayabilirler.
Peki, Türkiye'nin küresel
ısınma ulusal programında vurgulanması gereken
şeyler ne olmalıdır? Önce, şunun altını
çizmekte yarar var: Geçmişte, sanayileşmede, enerji üretiminde,
su kullanımında, ulaştırmada yapılan yanlışlar
tekrar edilmemelidir. Türkiye, bu konularda geçmişte büyük
yanlışlar yapmıştır. Türkiye, eskimiş teknolojilerin,
bir anlamda -bu lafı kullanmayı sevmiyorum ama- gelişmiş
ülkelerin eskiyen teknolojilerinin mezarlığına dönüşmüştür.
Türkiye sanayisi ve diğer üretim birimleri eski teknolojiyi,
çevreyi kirleten teknolojiyi sürekli olarak kullanmışlar
ve bu konudaki yasal düzenlemeler uygulanamamış, yaptırımlar
uygulanamamıştır.
Sonuçta, şimdilerde,
eğer Kyoto Protokolü'nü Türkiye imzalarsa bunun maliyetinin
20 milyar dolar olacağı öne sürülmektedir, ama, bu süreçte,
yani, Türkiye'nin ilkel, çevreyi kirleten teknoloji kullanması
sonucu bu süreçte Türkiye'nin kaybı 20 milyar doların çok
üzerindedir. Çevre kaybı, insan kaybı, sağlık kaybı
bu 20 milyar doların çok üzerindedir.
Dolayısıyla, yapılması
gereken bu konudaki yaptırımlara sonuna kadar sahip
çıkmak, bunların uygulanmasını sağlamak, çevreyi
kirleten her türlü mal ve hizmet üretiminin kendine çekidüzen vermesini
sağlamaktır. Özelikle, enerji, tarımsal üretim ve
gıda güvenliği konularında son gelişmelere göre,
ulusal programın Türkiye'nin kendi olanaklarıyla yeni
açılımlar veya yeni adımlar atmasının da yolları
açılmalıdır. Bu amaçla, Türkiye ulaştırma sisteminin
daha çok raylı sisteme dayandırılması, Türkiye
enerji üretiminin daha temiz enerji kullanır duruma getirilmesi,
Türkiye'nin su kaynaklarının daha planlı, programlı
ve gelecek kuşakları, nesilleri de düşünerek programlanması
veya planlanması bir bütünlük içinde ele alınmalıdır
ve hepsinden önemlisi topluma doğru bilgi verilmelidir. Afetlerin
doğal değil insan eliyle olduğunun bilincine varılması,
bu bağlamda çok önemlidir. Toplum, halk, doğal afet yerine,
bunların insan davranışlarının sonucu olduğunun
bilincine varmalıdır ve toplumsal duyarlılık
doğru bilgiye dayanılarak güçlendirilmelidir.
Meclis araştırması,
şimdiye kadar yapılan çalışmaların yerini
alacak bir girişim değildir.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Kepenek,
konuşmanızı tamamlayınız, buyurun bir dakikalık
süreniz.
YAKUP KEPENEK (Devamla) - Bitiriyorum
Sayın Başkan.
Tam tersine, gerek Çevre Komisyonunun
gerek diğer çalışmaların daha da güçlendirilmesini,
Hükûmetin alacağı yeni önlemlerin, yasal ve idari önlemlerin
daha sağlam dayanaklara, daha bilimsel dayanaklara kavuşmasını
sağlayacaktır ve bu çalışmaların sonrasında,
ülkemizin küresel ısınma afetinden daha iyi bir biçimde korunacağını
düşünüyorum.
Önergemizi olumlu bulacağınızı,
onaylayacağınızı umuyor, bu duygularla hepinize
saygılar, sevgiler sunuyorum.
Teşekkür ederim Sayın
Başkan. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim.
Önerge sahipleri adına üçüncü
konuşmacı, Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin.
Sayın Şahin, buyurun. (AK
Parti sıralarından alkışlar)
FATMA ŞAHİN (Gaziantep)
- Sayın Başkanım, değerli milletvekili arkadaşlarım;
küresel ısınmanın nedenlerinin araştırılarak
gerekli önlemlerin alınmasıyla ilgili vermiş olduğumuz
araştırma önergesinde, önerge sahipleri adına söz almış
bulunuyorum ve yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlarım,
bizim birinci derece işimiz yasama ve denetleme. Ama, Anayasa'nın
ve İç Tüzük'ün bize verdiği bir hak daha var: Toplumsal sorunlarla
ilgili araştırma önergesi vermek, araştırma önergesi
doğrultusunda Parlamentonun hazırlamış olduğu
raporla Hükûmete yol haritası çizerek, gerekli çalışmaları
yapmak.
Şimdi, küresel ısınma,
dönüp baktığımız zaman, bugün ne Türkiye'nin problemidir
ne Avrupa'nın problemidir; dünyanın problemidir, yani, toplumsal
bir sorundur.
Ne oldu da bu hâle geldi? Neden bu
hâle geldiğimize dönüp bakacak olursak, hakikaten, ekolojik
dengede farklı sıkıntıların yaşandığını
görüyoruz. Okyanuslarda yükselmeler oluyor, değişik,
farklı hastalıklar hayatımıza girmeye başlıyor.
Göçmen kuşlar göç etmiyorsa, kış uykusuna yatması
gereken hayvanlar eğer kış uykusuna yatamıyorsa
bir yerlerde, dengede bir bozukluk var demektir ve bu hâle gelmesindeki
neden ve sonuç ilişkilerine baktığımızda, insanoğlunun
biraz önce, değerli milletvekillerimin de söylediği gibi,
sanayi devrimiyle beraber hızla sermayeyi tüketmeye başladığını
görüyoruz ve son yüzyıla baktığımız zaman,
eğer insanoğlu, fosil yakıtları 1 trilyon varil
son yüzyılda tüketiyorsa ve aynı, beraberinde de küresel
orman miktarında yüzde 15 azalma oluyorsa, aslında nedenleri
de belli. Aslında, insanın nasıl sermayeyi hızlıca
tükettiğini çok net bir şekilde görebiliyoruz.
Peki, biz bu komisyonu kurarak ne
yapmaya çalışıyoruz? Biz, bu komisyonu kurarak
şunu yapmaya çalışıyoruz değerli arkadaşlarım:
Özellikle, dünyada ve Türkiye'de de bunun bir uzantısı olarak
çok fazla bilgi kirliliği var. Her kafadan bir ses çıkıyor.
Biz, özellikle bu komisyonu kurduğumuz zaman, önce, işin
teorik kısmını, yani bu işe kafa yoran bütün akademik
bilim adamlarının, bu işe kafa yoran bütün sivil toplum
kuruluşlarının bütün görüşlerini derleyip toplayacağız
ve en önemlisi, insanımızın bilinç düzeyini yükselterek
çevre nedir, küresel ısınma nedir, normal hayatımızda
ne yaptığımız zaman buna zarar veriyoruz, ne yapmadığımız
zaman bunu kâr hanemize yazabiliyoruz, bunun da çok çok önemli bir
bakış açısı olduğunu düşünüyoruz.
Evet, sera gazının azaltılması
gerektiğini söylüyoruz, çünkü, son yüzyıla baktığımız
zaman, özellikle karbondioksit miktarında yüzde 30, metan gazı
miktarında da yüzde 150'ye yakın bir artış var. Bu artış
neden oluyor? Bu artışın, özellikle endüstriyel
atıklar noktasında bakıldığında -ben kimya
mühendisiyim, on beş yıl da özel sektörde çalıştım-
her şey bir tarafa, kimyasalı kullanan ve kimyasalı
tercih eden mühendislerimizi bu yönde bilinçlendirsek bile, burada
çok önemli bir, elimize kazanç olarak geçeceğini düşünüyorum.
Yani, seçilen kimyasalda maliyetle beraber çevrenin de çok önemli
olduğunu ve kirlettiğimiz çevreyi yeniden temizletmenin
maliyetinin çok daha yüksek olduğunu, bunu kullanıcılara
ve seçicilere anlattığımız zaman bile çok önemli
bir aşama kaydedeceğimizi kendi sektörümden bildiğim
için sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Bu iş, tabii ki -Çevre Bakanımızı
dinledik- yalnızca bir Çevre Bakanlığının
işi değil. Bu iş, bakanlıklar üstü bir iş; bu
iş, partiler üstü bir iş değerli arkadaşlar. Çevre
Bakanlığımızın yapmaya çalıştığı
çalışmalarla beraber, Tarım Bakanlığımızın
dönüp, ekosistem dediğimiz su dengelerini, ovalardaki alkali
miktarının, tuz miktarının tespit edilmesinden tutun
da, beraberinde sulak arazi planlamasına veya su tasarrufuna
kadar, birtakım, Tarım Bakanlığımızın
ciddi anlamda beraber yapması gereken bir iş var. Beraberinde
dönüp baktığımızda, Enerji Bakanlığımızın
da temiz kömür teknolojisinin kullanımına, yenilenebilir
enerjideki yapılan çalışmalara ve enerji verimliliğinde
önemli olarak yapılmaya çalışılan başlıklarda,
hakikaten, yapılması gereken çok önemli işler olduğunu
görüyoruz. Sanayi Komisyonunda yaklaşık dört yıldan
beri yaptığımız çalışmalarda, biz, AK Parti
İktidarı olarak Yenilenebilir Enerji Yasası'nı
çıkardık. Hatta, Yenilenebilir Enerji Yasası'nı
çıkardıktan sonra birim fiyatta biraz daha cazibeli hâle
gelsin, rüzgâr enerjisinde, jeotermalde, güneş enerjisinde yatırım
yapmak isteyenlerin ellerindeki birim maliyetlerini yükseltmek
için iki maddelik yeniden bir yasa tasarısını komisyonumuzdan
geçirdik. Çevre Yasamızı çıkardık, yani, yasal anlamda
baktığımız zaman, Hükûmetimiz hakikaten bu noktada
çok önemli işlerini yaptığını bizler de biliyoruz,
sizler de biliyorsunuz; ama, bunları bakanlıklar üstüne
çekip, Sağlık Bakanlığının dahi işin
içine gireceği, ışınlarla beraber, değişen
ışın miktarıyla beraber oluşabilecek hastalıklarda
koruyucu ve önleyici tedbirleri almak, bu hastalıkların
risk haritalarını oluşturabilmek ve topyekûn hareket
edebilmeyi başarmak zorundayız, buna mecburuz.
Cumhuriyet Halk Partisi Grubu
adına söz almış milletvekilimizin, tabii ki, temennilerine
katılmamak mümkün değil. İç Tüzük'ü değiştirerek
araştırma komisyonlarının bakanlıklar üzerindeki
yaptırım gücünü artırmak, biz de Parlamento olarak,
parlamenterlerin yaptırım gücü olarak önemli olduğunu
düşünüyoruz, ama, bunun hepsinin tozlu raflarda kalacağını
düşünmenizin doğru olmadığını ve bugün
itibarıyla Sayın Başbakanımızın Grupta
yaptığı petrol kaçakçılığıyla ilgili
yasal düzenlemenin, bu konuda çalışan araştırma
komisyonunun raporu doğrultusunda yapılan önemli bir yasal
çalışma olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Ayrıca, ben, Töre ve Namus Cinayeti
Araştırma Komisyonunda çalıştım ve orada
çıkardığımız sonuçlar Sayın Başbakanımızın
genelgesiyle ilgili bakanlıklarımıza talimat olarak
gönderildi ve bugün elimizde o konuda da ilgili bakanlıklarımızın
yaptığı hakikaten çok önemli çalışmalar var.
Tabii ki, bu sorunlar akşamdan sabaha düzelmiyor. Bu sorunlara
ivedilikle kısa, orta ve uzun vadede yapılacak işlemler
noktasında bir yol haritası çizmemiz gerekiyor.
Değerli arkadaşlar, çevre,
sağlık gibi; kaybedilmeden de anlaşılmıyor
ve bunun maliyeti de aynen sağlıkta olduğu gibi.
İnsanlar hayatı boyunca bir şeyler kazanmak için gerektiğinde
sağlığını feda ediyor, ama, o elde ettiği
parayı tekrar sağlığını kazanmak için kullandığında
aynı sonucu elde edemiyor. Çevre de buna çok benziyor ve geri
bildirimde bunu düzeltmeye çalıştığımızda
bunun maliyeti çok çok daha yüksek. Biz, Kyoto Sözleşmesi'nin
-bütün milletvekilleri arkadaşlarımız söyledi- bir
diğer tarafı da 2012'de Kyoto Sözleşmesi bitiyor değerli
arkadaşlar. Dünya yeni bir şeyler söylemesi gerekiyor bu
konuda ve o kadar soyut bir kavram ki, 1990 yılındaki sera
gazı miktarını yakalamayı hükûmetlere görev olarak
veriyor. Hâlbuki, 90 yılının
üzerinden çok sular geçmiş. Her ülkenin, hem üzerindeki gelişmişlik
kriterlerine, sanayileşmesine baktığınız
zaman farklılıklar var hem nüfus oranları çok farklı.
Dolayısıyla, 2012'de her ülkenin kendi bireysel gelişimine,
mevcut durumuna göre yeniden masaya bir şeylerin konması
ve bu konuda da çok önemli bir uluslararası anlaşmanın
imzalanması gerekiyor ve ben, buradan, Türk Parlamentosunun
dünyanın konuştuğu bu konuda bilim adamlarımızla,
sivil toplum kuruluşlarımızla, bu işi çok iyi bilen
arkadaşlarımızın olduğunu biliyoruz. Siyasi
irade olarak, Parlamento olarak da, karar vericiler olarak da, politikacılar
olarak da, biz de, onların bu bilgi birikimlerini toparlayıp
gerekli kararı alabildiğimiz zaman, inanıyorum ki,
dünyada konuşulan bu konuda Türkiye'de çok daha önde yol alabilecek
kabiliyete, kapasiteye, sermayeye sahip bir ülkeyiz. Biz, bunu,
iyi kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. Önemli olan
yalnızca ülkemizin suyu, havası değil, bölgelerarası
iş birliği de çok önemli ve en önemlisi, konuşmanın
başında söylediğim gibi, insanların bilincinin
yükselmesi çok önemli.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Şahin,
konuşmanızı tamamlayınız.
Buyurun.
FATMA ŞAHİN (Devamla) -
Bitiriyorum Sayın Başkanım.
İngiltere'de kurulan bir karbon
derneğinin günlük insan hayatında, insan yaşarken, sabahleyin
kalkıp arabasına binip işine gidip yaptığı
işlerle beraber, karbon değeri olarak nasıl havayı
kirlettiğinin bilimsel olarak günlük yaşama dönüştürülerek
ciddi anlamda bilinçlendirme yaptığını görüyoruz.
Bizim, hızla bu aşamaya gelip ve bu konuları bilinç yükseltmeye
dönüştürmemiz gerektiğinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Çevre, havadan ve sudan meselelerdir diye kesinlikle bakmamamız
gerekiyor. Çevre, hava kadar, su kadar önemlidir bilinciyle hareket
etmemiz ve bu zihinsel dönüşümü hep beraber gerçekleştirmemiz
gerektiğini düşünüyorum.
Bu Parlamentonun bu önemli kararda
olumlu görüş vereceğine inancım tamdır. Milletvekili
arkadaşlarımıza şimdiden şükranlarımı
sunuyorum ve gene inanıyorum ki bu üç aylık çalışma
sonunda elde edilecek raporla beraber, gerekli Hükûmet iradesiyle,
biz, dünyada
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
FATMA ŞAHİN (Devamla) -
Başkanım, bitiriyorum.
BAŞKAN - Sayın Şahin,
tamamlayınız konuşmanızı.
FATMA ŞAHİN (Devamla) -
bir fark yaratacağımıza ve bütün dünyaya Türkiye'den
olumlu bir ses çıkaracağımıza inancımın
tam olduğunu söylüyor ve yüce heyetinize saygılar sunuyorum.
(Alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim.
Meclis araştırması
önergeleri üzerindeki ön görüşmeler tamamlanmıştır.
Şimdi, Meclis araştırması
açılıp açılmaması hususunu oylarınıza
sunacağım.
Meclis araştırması
açılmasını kabul edenler
Kabul etmeyenler
Kabul edilmiştir.
Meclis araştırmasını
yapacak komisyonun 14 üyeden kurulmasını oylarınıza
sunuyorum: Kabul edenler
Kabul etmeyenler
Kabul edilmiştir.
Komisyonun çalışma süresinin,
başkan, başkan vekili, sözcü ve kâtip üyenin seçimi tarihinden
başlamak üzere üç ay olmasını oylarınıza sunuyorum:
Kabul edenler
Kabul etmeyenler
Kabul edilmiştir.
Komisyonun, gerektiğinde Ankara
dışında da çalışabilmesi hususunu oylarınıza
sunuyorum: Kabul edenler
Kabul etmeyenler
Kabul edilmiştir.
Komisyonun kurulması çalışmaları
tamamlanmıştır, hayırlı olmasını diliyorum.
Sayın milletvekilleri,
alınan karar gereğince, bu kısmın 299'uncu sırasında
yer alan, İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem ve 106 milletvekilinin,
Türkçe'deki bozulma ve yabancılaşmanın nedenleri ile
toplumsal birlik ve beraberliğimiz üzerindeki etkilerinin
araştırılarak alınması gereken önlemlerin
belirlenmesi amacıyla Anayasa'nın 98'inci, İç Tüzük'ün
104 ve 105'inci maddeleri uyarınca bir Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergenin ön görüşmesine
başlıyoruz.
5.-
İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem ve 106 milletvekilinin,
Türkçedeki bozulma ve yabancılaşmanın nedenleri ile
toplumsal birlik ve beraberliğimiz üzerindeki etkilerinin
araştırılarak alınması gereken önlemlerin
belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergesi (10/365)
BAŞKAN - Hükûmet? Yerinde.
Meclis araştırması
önergesi Genel Kurulun 18/5/2006 tarihli 104'üncü Birleşimi'nde
okunduğundan tekrar okutmuyorum.
İç Tüzük'ümüze göre, Meclis
araştırması açılıp açılmaması hususunda,
sırasıyla Hükûmete, siyasi parti gruplarına ve önergedeki
birinci imza sahibine veya onun göstereceği bir diğer imza
sahibine söz verilecektir.
Konuşma süreleri, Hükûmet ve
gruplar için yirmişer dakika, önerge sahipleri için on dakikadır.
Şimdi, söz alan sayın üyelerin
isimlerini okuyorum: Hükûmet adına, Millî Eğitim Bakanı
Sayın Hüseyin Çelik; gruplar adına, Cumhuriyet Halk Partisi
Grubu adına Denizli Milletvekili Mustafa Gazalcı, Anavatan
Partisi Gurubu adına Afyonkarahisar Milletvekili Reyhan Balandı,
AK Parti Grubu adına Şanlıurfa Milletvekili Mehmet
Atilla Maraş; önerge sahipleri adına, İstanbul Milletvekili
Ekrem Erdem.
İlk konuşmacı, Millî
Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik.
Sayın Bakanım, buyurun.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
MİLLÎ EĞİTİM BAKANI
HÜSEYİN ÇELİK (Van) - Sayın Başkan, değerli milletvekili
arkadaşlarım; İstanbul Milletvekili Sayın Ekrem
Erdem ve 106 arkadaşının, milletvekilimizin, Türkçenin
bozulması, yozlaşması ve alınması gereken
tedbirlerle ilgili olarak bir Meclis araştırması yapılmasıyla
ilgili vermiş oldukları önerge üzerinde Hükûmet adına
söz almış bulunuyorum. Yüce heyetinizi en derin saygılarımla
selamlıyorum.
Öncelikle, Sayın Milletvekilimiz
Ekrem Erdem Bey'e ve bu önergede imzası olan değerli AK Partili
arkadaşlarıma huzurlarınızda teşekkür ediyorum,
çünkü son derece hayati, önemli bir meseleyi Meclisin gündemine
taşımış oldular.
Değerli arkadaşlarım,
Türkçe, dil, bizim ses bayrağımızdır. Yahya Kemal
Beyatlı'nın ifadesiyle "Türkçe, ağzımda annemin
sütüdür." Bunlar, son derece önemli ifadelerdir. Dil, kültürün
en önemli taşıyıcı unsurudur. Eğer bir memlekette
o milleti ve o toplumu yozlaştırmak, eğer o ülkeyi bozmak
istiyorsanız, kültürünü yok etmek istiyorsanız, dilinden
başlamalısınız, yozlaştırmaya ve bozmaya
dilinden başlamalısınız. Onun için, Türkçe, kültürümüzün
en önemli taşıyıcı unsuru, geçmişi bugüne,
bugünü geleceğe bağlayacak olan en önemli unsuru olduğu
için, hepimizin üzerinde hassasiyetle durması gereken, hepimizin
özenle koruması gereken son derece önemli kültürel bir unsurdur.
Değerli arkadaşlarım,
bildiğiniz gibi, bütün dünya dilleri birbirlerinden beslenirler,
kültürel etkileşim denen bir hadise vardır. Yeryüzünde
saf dil, saf musiki, saf mimari bulamazsınız. Bütün dünya
dilleri birbirlerinden etkilenmişlerdir, Türkçe de aynı
serüveni yaşamıştır. Eski Türkçeye, Köktürkçeye
baktığınız zaman çok sınırlı sayıda
bir kelime kadrosu vardır, Köktürkçe, on yedi harften oluşan
bir alfabeye sahiptir. Ama, Türkçe, zamanla, tıpkı coğrafyasını
genişlettiği gibi, kendi yapısını, kelime
kadrosunu da genişletmiştir.
İslam kültür ve medeniyetiyle
buluştuktan, tanıştıktan sonra Türkçe, Arapçadan,
Farsçadan çok sayıda kelime almıştır. Daha sonra,
özellikle 18'inci asırdan itibaren, 18'inci asrın başından
itibaren, bizim, bir Batılılaşma tarihimiz var. Bu süreçte
Batı'yla olan temaslarımız sonucunda da Batı'dan
birçok kelime Türkçemize girmiştir, dahil olmuştur ve Türkçeye
baktığımız zaman, Doğu dillerinden Batı
dillerinden, Şark medeniyetinden Garp medeniyetlerinden kelimeler
var; ama, bütün fiiller mesela, Türkçedir, bütün basit fiiller Türkçedir.
Türkçe, diğer dillerden, birleşik fiillerin dışında,
basit fiil almamıştır.
Değerli arkadaşlarım,
bu, Osmanlı döneminde, zaman zaman, ifrat ve tefrit dediğimiz
aşırı kutuplar meydana gelmiştir. Ağdalı
bir dil kullanmak ve dilde âdeta sanatkârane bir eda takınmak bazıları
için marifet kabul edilmiştir; dil, bir meram ifade etme, bir meseleyi
izah etme aracı olmaktan çıkmış, bir sanat oyunu aracı
hâline gelmiştir ve zaman zaman da son derece kuru bir dil tercih
eden insanlar olmuştur. İkisi de yanlıştır değerli
arkadaşlarım. Biz, bugün de duru Türkçeden yanayız,
ama kuru Türkçeden asla yana olmamalıyız. Duru Türkçeyle
kuru Türkçe çok farklı şeylerdir.
Şimdi, meseleye şöyle bakalım:
Bugün, etrafımıza baktığımız zaman, benim şu konuşma yaptığım
kürsüden hitap ettiğim mikrofona, yukarıdaki lambadan
Meclisin kendi adına, Türkiye Cumhuriyeti devletinin adına
varıncaya kadar öz Türkçe olmayan kelimeler vardır, fakat
bu kelimeler Türkçeleşmiştir. Bizim mantığımız,
bizim yaklaşımımız "Türkçeleşmiş
Türkçedir" mantığı olmalıdır. "Mantık"
kelimesinden söz ediyorum, "Mantık" öz Türkçe bir kelime
değildir, ama bugün mantık denildiği zaman, muhatabımız,
kitlemiz orta kültür düzeyine sahip olan insanlar eğer bunu anlıyorsa,
biz bunu benimsemişsek, hayatımızın içerisine
girmişse, bu, Türkçedir demektir.
Fransız Şairi Valery diyor
ki: "Aslanın vücudu yediği diğer hayvanların
vücudundan meydana gelir, ama Aslan her zaman kendisidir." Aslan,
sabah kahvaltısında bir tavşan yediği zaman kulakları
uzamıyor, akşam yemeğinde de bir geyik yediği zaman
boynuzları çıkmıyor. Aslana öyle bir mide, öyle bir mekanizma
verilmiştir ki, neyi yese aslana dönüştürüyor. Dolayısıyla
kültürel beslenme budur. Diğer kültürlerden beslenirsiniz, diğer
dünya dillerinden kelime alırsınız, ama dilinizin asli
çekirdeklerini muhafaza etmek zorundasınız. Âdeta dilin
DNA'ları mahiyetindeki eğer o asli unsurları korumazsanız,
muhafaza etmezseniz dil kendisi olmaktan çıkar.
Peki, bu, Türkçe için böyledir, Batı
dilleri için farklı mıdır? Hayır, Batı dilleri
için de bu böyledir. İngilizceye baktığınız
zaman, İngilizcenin aslı Britanya adasında oturan,
kendilerine Britonlar denen bir milletin, bir kavmin, savaşçı
olan, balıkçılıkla geçinen, zaman zaman korsanlıkla
geçinen bir kavmin dilidir ve son derece sınırlı kelime
kadrosuna sahiptir. Ama, bugün, İngilizce Redhouse sözlüğünde
700 bin kelime var değerli arkadaşlar. Niye? Çünkü, İngilizler,
gittikleri bütün diyarlardan kelime derlemişler, kelime devşirmişler,
ama kendi dil özelliklerine uydurmuşlar ve onu ifade ettikleri
zaman o dilin ezelden beri İngilizce olduğunu zannedersiniz;
ona uydurmuşlar ve dillerini zenginleştirmişler.
Aslında, cumhuriyetin başında,
daha doğrusu 20'nci yüzyılın başında Selanik'te çıkarılan Genç Kalemler
mecmuasıyla birlikte, o Genç Kalemler hareketinin başlangıcında
Türkçenin böyle bir mecraya oturtulması vardır ve başarılı
da olmuştur. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun kullandığı
Türkçe, Reşat Nuri Güntekin Türkçesi, Halide Edip Adıvar'ın
Türkçesi, Şevket Süreyya'nın Türkçesi, Yahya Kemal'in Türkçesi,
Kemal Tahir'in Türkçesi, aslında böyle bir Türkçedir. Türkçenin,
âdeta olgunlaştığı ve bütün o gereksiz süs püslerden
arındığı bir dönemdir. Fakat, daha sonra, cumhuriyetin
başında, özellikle bazı aydınlar dilde tasfiye,
dilde arılaştırma hareketi adı altında bir hareket
başlatmışlardır. Öz Türkçe olmayan bütün kelimelerin
tasfiye edilmesi şeklinde yanlış bir yol seçilmiş.
Atatürk bakmış ki, bütün bunları attığınız
zaman dilde çok büyük bir yoksullaşma başlayacak. Atatürk,
aslında, bu çıkılmaz yoldan usta bir manevrayla geri
dönüş anlamına gelen "Güneş Dil Teorisi"ni ortaya
atmıştır ve Güneş Dil Teorisi'yle birlikte, dilin
tabii mecrasına girmesi sağlanmış değerli arkadaşlarım.
Peki, günümüze geldiğimizde:
Şimdi, üzülerek ifade edeyim ki, dil, bir ortak paydadır;
dil, üzerinde uzlaşacağımız aslında bir zemindir;
ama, bizim ülkemizde insanlar kullandıkları kelimelere
göre, tercih ettikleri kelimelere göre zaman zaman kategorize
edilmişler, sınıflandırmaya tabi tutulmuşlardır
ve bir zaman gelmiş, işte sağcılar şu kelimeleri
kullanır, solcular bu kelimeleri kullanır, bu kelimeleri
kullananlar şucudur, bu kelimeleri kullananlar şucudur
şeklinde bir sınıflandırma ne yazık ki Türkiye'de
meydana gelmiş. Ama, özellikle şunu belirtmek istiyorum:
80'li yıllardan sonra aşırılıklar büyük çapta
törpülenmiş ve eğer, özellikle bir kelimenin Türkçesi varsa
-özellikle, özenti anlamına gelebilecek- bir yabancı dilden
onun karşılığındaki kelimeyi ısrarla
kullanma pek sempati görmemiştir.
Fakat, şunu belirtmek isterim
değerli arkadaşlarım: Bakın, biz İngilizlerin
tıpkı aldığı gibi kelimeler almışız
Doğu dillerinden, Batı dillerinden. Mesela, "gül"
kelimesi, bugün Türkçede kullandığımız
"gül" kelimesi Farsçadır, ama Farslar, İranlılar
"gül" kelimesine "gül" demezler, onlar
"gol" derler. Şu futbol oynarken atılan gol var ya,
"gol" derler resmen, ama "gül" kelimesindeki incelik,
açıkçası "gol" kelimesinde yoktur. Onlar bülbüle
"bolbol" derler, ama biz bülbül diye inceleştirmişiz.
Öte yandan, "şemsiye"
dendiği zaman, hiçbir Arap'ın aklına yağmurluk gelmez.
"Şemsiye", güneşlik demek, fakat biz onu almışız,
"şemsiye" kelimesini yağmurluk olarak kullanıyoruz,
"şemsiye" dendiği zaman bizim aklımıza
"yağmurluk" gelir. Size daha ilginç bir örnek vereyim:
"Serbest" kelimesini biz Farsçadan almışız.
"Serbest" ne demek biliyor musunuz? Bizim bugünkü dilimizde
"serbest", hür demek, özgür demek. Farsçada "serbest"in
tutsak olduğunu biliyor musunuz, "serbest" başı
bağlı demektir, hani beste yapmak var ya "ser"
baştır, "beste" besten fiilinden gelir ve tutsak demektir,
ama mana kaymalarına uğramış.
Dolayısıyla, eğer
şu kelime Farsçadır, şu kelime Arapçadır, şu
kelime İngilizcedir, bu da Rumcadır
Bakın, balık
isimleri, bizim Türkçede şu anda kullandığımız
çinekoptan lüfere, efendim, uskumrudan bilmem birçok kelimeye,
yüzde 90'ı Rumcadır; fakat, bugün Türkçemize mal olmuş,
biz bunları kullanıyoruz. Bu konuda aşırılıklara
gitmemek lazım değerli arkadaşlar. Hani, Nasrettin Hoca'ya
sormuşlar, demişler ki, sen kışı mı yazı
mı seversin? Demiş "niye, baharın canı mı
çıktı, bahar yok mu?"
Şimdi, bahar varken, ille de
kış veya yaz kutuplarını tercih etmek zorunda değiliz.
Bu açıdan, dilde yapmacıklıklara gitmememiz gerekiyor.
Bugün, "teşhir salonu" varken, ille de "show room"
kelimesini kullanmanın bir manası yok. Ee, "teşhir"
kelimesi de Türkçe değil efendim, "teşhir" de Arapçadır
derseniz, buna "sergi salonu" derseniz, sergi salonunun
manası başkadır; sergi salonu, biliyorsunuz, daha
çok resim sergilenen yerlerin adıdır, daha çok, işte,
sergiler açılan yerlerin adıdır. Ama "teşhir salonu"nu
birileri beğenmedi, Batı'daki örnekleri gibi bunu tuttu
"show room" yaptılar, ama "show room" yapmanın
anlamı yok.
Şimdi, tabelalarda, değerli
arkadaşlarım, tabelalarda, Ankara'da, İstanbul'da,
büyük şehirlerde dolaştığınız zaman, sanki
Türkiye'de değil de İngiltere'de, Avustralya'da veya Yeni
Zelanda'da, Amerika'da dolaşıyormuşsunuz gibi bir intibaya
maalesef kapılıyorsunuz, böyle bir izlenim ediniyorsunuz.
Bu gereksiz bir özentidir, bu yapmacıklıktır ve dili
yozlaştırır. Bizim karşı olmamız gereken
aslında budur. Nitekim, Sayın Ekrem Erdem ve bu önergeye imza
atan arkadaşlarımızın büyük bir çoğunluğu
da bundan aslında şikâyetçidir. Yoksa, efendim, gelin bütün
kelimelerle ilgili bir köken araştırması yapalım,
eğer bunlar öz Türkçeyse alalım, öz Türkçe değilse bunlardan
vazgeçelim gibi bir yaklaşımın akılcı bir yaklaşım
olmadığını bütün arkadaşlarım kesinlikle
biliyorlar.
Değerli arkadaşlarım,
bazı kelimelerin de aslında hem öz Türkçelerinin kullanılması
hem de diyelim ki Osmanlıcada kullanılan veya 20'nci yüzyılın
neredeyse sonuna kadar köylü vatandaşın bile anladığı
karşılıklarını kullanmanın yadırganacak
bir tarafı yok. Diyelim ki, bir mahkûm için "beraat etti"
de dersiniz, şimdi "aklanmak" kelimesi tercih edilir.
"Yargıç" kelimesi ile "hâkim" kelimesinin bir
arada kullanılmasının dilde zenginlikten öteye bir zararı
yoktur aslında. "Hayat" kelimesi ile "yaşam"
kelimesini de bir arada kullanırsınız. "Hayat"
kelimesinin öz Türkçesi "yaşam"dır, ama, siz
"Hayat memat meselesidir." dediğiniz zaman, "yaşam"
kelimesini kullanamazsınız. "Akıl" kelimesinin
öz Türkçesi "us"tur, ama "akıllı" ile "uslu"nun
aynı şey olmadığını bütün akıllı
insanlar bilirler. "Kalp" kelimesinin öz Türkçesi "yürek"tir,
ama, "yüreksiz" ile "kalpsiz" kelimelerinin aynı
anlama gelmediğini herkes bilir ve bilmek durumundadır.
Dolayısıyla, biz, "kalp" kelimesine de sahip
çıkarız, "yürek" kelimesine de sahip çıkarız,
"akıl" kelimesine de sahip çıkarız,
"us" kelimesine de sahip çıkarız. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Değerli arkadaşlar, neticede,
"hâkimiyet" kelimesinin de "Hâkimiyet kayıtsız
şartsız milletindir." ifadesindeki "hâkimiyet"
kelimesinin, şahsen, benim kulağıma hoş gelmeyen
veya sırıtan bir tarafını görmüyorum, ama
"egemenlik" kelimesini de kullanabilirsiniz, "istiklal"
kelimesini de kullanabilirsiniz, "bağımsızlık"
kelimesini de kullanabilirsiniz. Dolayısıyla, bir dil
taassubu, bir kelime taassubu, bağnazlığı içerisine
girmenin, kesinlikle, dilimize ve kültürümüze yararlı olabilecek
hiçbir tarafı yoktur. Nitekim, biz iktidara geldiğimizde,
benim selefim olan, daha önceki, daha doğrusu selefimin selefi
olan Sayın Bakan bir genelge yayınlamış, efendim,
şu şu kelimeleri, "hak", "hukuk"tan tutun
da "istiklal"e kadar, "hâkimiyet" kelimesinden tutun
da "istikbal" kelimesine kadar, "Efendim, gelecek varken
niçin istikbal kullanalım?" şeklinde bunların bir
özeti yapılmış ve "ders kitaplarında bunlar olmayacak
ve bunlar kesinlikle kullanılmayacak, bunları kullanmak
yasaktır" şeklinde bir genelge yayınlanmıştı.
Ben bu genelgeyi ortadan kaldırdım. Bunun doğru olmadığını,
bunun makul olmadığını, bunun mantıklı
olmadığını, kültür konusunda derinliği
olan, gerçekten entelektüel derinliği ve birikimi olan bütün
insanlar bilirler.
Değerli arkadaşlarım
"onur" kelimesini kullanalım, ama "sizin buraya
gelişinizden büyük bir şeref duydum" demek de çok
hoş bir ifadedir. "Şeref" kelimesi, "haysiyet"
kelimesi, daha bunun müteradifi olan, eş anlamlısı
olan birçok kelimeyi "onur" kelimesiyle birlikte kullanabiliriz.
"Onur" kelimesini kullanıyoruz diye, yakın anlamlara
gelebilecek on iki-on üç kelimeyi elimizin tersiyle bir tarafa atmak
zorunda değiliz; esas yozlaşma ve fakirleşme budur.
Ben, üniversitedeki hocalığım
esnasında öğrencilere bol bol kitap okutmayı tercih
ederdim. Bir gün, merhum Sosyolog Mümtaz Turhan'ın "Kültür Değişmeleri"
isimli kitabını öğrencilere tavsiye ettim ve mecbur
tuttum "herkes okusun" dedim. 70'li yıllarda Kültür Bakanlığı
tarafından yayımlanmış bir kitap. Bu, Fuzulî'nin,
Baki'nin dili değil, Nedim'in dili değil, Namık Kemal'in,
Yahya Kemal'in dili bile değil; Mümtaz Turhan'ın, 70'li
yıllarda, Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanan
bir kitabı. Çocuklar geldi, bana dediler ki: "Sayın Bakanım..."
(AK Parti sıralarından "Hocam" sesleri) Aa, özür dilerim.
"Sayın Hocam, biz, bu verdiğiniz kitaplardaki dili anlamıyoruz,
içinde çok anlamadığımız sözcükler var." dediler.
Ben de dedim ki "Sevgili gençler, canınızı sıkmayın,
ben size bundan sonra öyle kitaplar tavsiye edeceğim ki, içinde,
hiç, anlamadığınız sözcük olmayacak." Sevindiler,
"Ne tavsiye edeceksiniz?" dediler bana. Dedim ki: "Cin
Ali'nin Maceraları.", "Cin Ali'nin Maceraları"nda
hiç anlamadığınız kelime yok. Ama, değerli arkadaşlarım,
eğer bir genç ilkokuldan itibaren, ilkokul ikinci kademeye, liseye,
üniversiteye gidinceye kadar, her okuduğu kitaptan, yüz kelime, elli kelime kapmıyorsa,
onun adı okumak mıdır? Eğer, bugün, üniversite gençliğimiz
üç yüz-dört yüz kelimeyle konuşuyorsa, eğer bizim birçok kerli
ferli, kendisine entelektüel diyen insanımız sekiz yüz
kelimeyle, bin kelimeyle konuşuyorsa, burada bir yanlışlık
var demektir.
Dolayısıyla, dilde
aşırılıklara sapmak, dilde aşırılıkları
tercih etmek dilin bizatihi en büyük düşmanıdır, dili
öldürür. Biz, kelime hazinesi zengin olan bir toplum olmalıyız,
insanlarımız böyle olmalı, sözlüğümüz çok daha
kabarık olmalı, bir kavramın karşılığında
onlarca kelimemiz olmalı. Bakın, bir kelimenin karşılığında
onlarca kavram değil. Bu, dilin yoksulluğu demektir. Bir
kavramın karşılığında eğer onlarca
kelime varsa, işte o dil zengindir demektir. Bunu göz ardı
etmemeliyiz.
Ama, altını çiziyorum,
özellikle İngilizcenin dünyada hâkim dil olmasıyla birlikte
dünyadaki bu Amerikanlaşma rüzgârlarından sonra McDonald's
kültürüyle beraber
Maalesef, bu sadece bizde değil, Singapur'da
da böyledir, o çok geleneklerine bağlı olan, o kültürlerine
çok sahip çıkan Japonya da maalesef bu konuda gevşedi ve Japonya'da
da aynı şeyi görürsünüz; orada da marka hastalığı
başladı, orada da tabelalar yine bu şekilde değişmeye
başladı.
Bizim ülkemizde de Türkiye Büyük
Millet Meclisinin değerli mensuplarının Türkçe konusunda
hassasiyet ortaya koyması, bir Meclis araştırması
yapılmasını talep etmelerini ben takdirle karşılıyorum.
Ümit ediyorum ki, işin ehli olan milletvekili arkadaşlarımızdan
böyle bir komisyon kurulur, Türk Dil Kurumuyla, Millî Eğitim Bakanlığıyla,
Kültür Bakanlığıyla, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumuyla ve diğer ilgililerle, basın yayın dünyasıyla
bu konuda ciddi temasları olur, araştırmalar yapılır
ve kamuoyuna çok sağlam, güzel bir rapor takdim edilir diye ümit
ediyorum. Bundan dolayı, bu beklentiden dolayı, bu
araştırma komisyonu kurulması yönündeki önergeyi
Hükûmet olarak tasvip ettiğimizi, desteklediğimizi huzurlarınızda
ifade etmek istiyorum.
Bu geç vakitte aşağı
yukarı on dokuz dakika sizi tuttuğum için özür diliyorum.
Sayın Grup Başkan Vekilimiz, "Efendim, konuşmayalım,
kısa keselim." dedi, ama, biz bir başladık, baktık
ki süre dolmuş.
Hepinize saygılar, sevgiler
sunuyorum. (AK Parti sıralarından alkışlar)
MUZAFFER BAŞTOPÇU (Kocaeli)
- Ağzına sağlık Sayın Bakan.
BAŞKAN - Evet, bu güzel
açıklamanız için teşekkür ediyorum Sayın Bakanım.
Cumhuriyet Halk Partisi Grubu
adına Denizli Milletvekili Mustafa Gazalcı.
Hatiplerin de sürelerine riayet
etmelerini istirham ediyorum.
Buyurun Sayın Gazalcı.
(CHP sıralarından alkışlar)
CHP GRUBU ADINA MUSTAFA GAZALCI
(Denizli) - Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım;
İstanbul Milletvekili Sayın Ekrem Erdem ve 105 milletvekili
arkadaşın, Türkçenin bozulması ve yabancılaşma
nedenleri için verdikleri Meclis araştırması önergesi
üzerine, Cumhuriyet Halk Partisi adına söz aldım. Tümünüzü
saygıyla selamlarım.
Bu önergeyi destekleyeceğiz
biz de. Dil için, dilin bozulmasını önlemek ve yabancı
sözcüklerden korunması için yapılacak her türlü girişimi
destekleriz. Ama, biraz önce, burada, Millî Eğitim Bakanı
konuşma yaptı. Ben, bir kez daha çok üzüldüm. Onun, yalnız
eğitim anlayışına, eğitim uygulamalarına
değil -kendisi dilci geçiniyor- dile yaklaşımına
da katılmadığımı söylemek istiyorum. (AK Parti
sıralarından gürültüler)
MUZAFFER BAŞTOPÇU (Kocaeli)
- "Geçiniyor" ne demek? "Geçiniyor" ne demek?
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) - Çünkü
Çünkü
MUZAFFER BAŞTOPÇU (Kocaeli)
- "Dilci geçiniyor" ne demek?
AHMET IŞIK (Konya) - Üslup uygun
mu?
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) - Çünkü,
bilgiçlik yaparak, sözcükleri, işte şu sözcük, bu sözcük,
efendim, şu şöyle, bu böyle, anılarını anlattı,
bir sürü şeyler yaptı. (AK Parti sıralarından
"Doğru söylüyor." sesleri)
Doğru söylüyor tabii. Ben de
bir şey söylemiyorum. Sizin hoşunuza gitmiş olabilir.
Ama, değerli arkadaşlar, bu önergeye bakın. Bu önerge
sahibi çıksın, söylesin. Millî Eğitim Bakanının
dil konusundaki yaklaşımı, yani "Türkçeleşmiş
Türkçedir, ne varsa bizimdir" anlayışı mı, yoksa
-benim bu önergeden- eğer, Türkçe konuşuyorsak, ortak dili
konuşuyor ve anlıyorsak, hayır kendi öz dilimizi yabancı
etkilerden kurtaralım, geliştirelim anlayışı
mı? Ben, kişisel olarak, Millî Eğitim Bakanının
yaklaşımının bu önergeyle çeliştiğini
düşünüyorum.
CÜNEYİT KARABIYIK (Van) - Ne
alakası var!
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) - Vicdanınıza
bırakıyorum!
MUZAFFER BAŞTOPÇU (Kocaeli)
- Dinlememişsiniz, anlamamışsınız.
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) - Bakın,
peki, birden, Ziya Gökalp'in size "leyl' sizin, 'şeb' sizin,
gece bizimdir/Değildir bir mana üç ada muhtaç."
Şimdi, değerli arkadaşlar,
bir dilde her dilden sözcüklerin çok olması o dilin zenginliği
değildir. Kendi diliniz, her eşyaya, her duyguya, her anlama
bir sözcük üretebilmişseniz, varsa
Zenginlik, kavramdadır,
duygudadır, anlatımdadır.
Şimdi, bakın, Türkçe, tarih
boyunca saldırıya uğramıştır, ama yaşamıştır;
çünkü, gerçekten çok güçlü bir dildir, işlek bir dildir; hem kök
olarak hem eklerin işlekliği olarak dünyada sayılı
dillerden biridir. Ama, değerli arkadaşlar, yapılan
bir tartışma var: İşte "yabancı sözcükleri
dilden uzaklaştırdığınız zaman dil yoksullaşır."
Millî Eğitim Bakanı da, siz, "ne ilgisi var" diyorsunuz
"alakası" diyorsunuz, ama ben, gene, hadi sizin dediğinizi
söyleyeyim "hayır, yoksullaşır" diyor. Ben de
diyorum ki, böyle değildir.
Bakın, gerçekten de Hunlardan
beri Türkçe çok canlı bir biçimde yaşamış, gelmiştir
ve Farsçanın etkisi önce girmiştir, Türkçenin iyi bir sanat
dili olmayacağı, iyi bir bilim dili olmayacağı
savlanmıştır. Onun için de, edebiyatta Farsçanın etkisi
gelmiştir, bir Divan Edebiyatı çıkmıştır
biliyorsunuz. Osmanlıca diye yapay bir dil çıkmıştır
ortaya. Oysa, bundan bin yıl önce yazılan sözlükler, lügatler,
Türkçenin büyüklüğünü göstermiştir. Ama, asıl dil devrimi,
dil anlayışı, birçok alanda olduğu gibi, cumhuriyetle
beraber olmuştur. Bakın, Atatürk'ün, bu konuda, 2/9/1930'da
söylediği, Türk Dil Kurumunun önünde kazılı duran sözünü
bir kez daha size okumak istiyorum: "Ulusal duygu ile dil arasındaki
bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun
gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en
zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil, bilinçle işlensin."
Sürdürüyor Büyük Atatürk: "Ülkesini, yüksek bağımsızlığını
korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller
boyunduruğundan kurtarmalıdır." İşte anlayış
bu; işte yaklaşım bu; yani, dile, bağımsızlığın
bir bütünlüğü içinde bakmak. Onun için de 1928'de yeni ABC getirilmiş ve 1932'de de Türk Dil Kurumu
kurulmuştur. Türk Dil Kurumunun kurulması, Türkçenin gelişmesi
için kurumsal bir çaba harcama amacına yöneliktir. Oysa Batı'da,
dillerin yabancı diller etkisinden kurtulmak için kurumların
oluşumu 16'ncı yüzyıla dayanır. Örneğin,
İtalya'da 16'ncı yüzyılda böyle bir akademi kurulmuştur,
Fransa'da kurulmuştur, Almanya'da kurulmuştur. Birçok alanda
olduğu gibi, bizde, üç-dört yüzyıl sonra kurumsal bir çalışma
yapılabilmiş. Cumhuriyetten önceki çalışmalar,
ya kişisel etkilerle olmuştur ya da bir derginin çevresinde
olmuştur.
Şimdi, değerli arkadaşlar,
bakın, Anayasa'mızın 134'üncü maddesi Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun kurulmasına ilişkin. Onun
ikinci bölümünü okuyorum:"Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu
için Atatürk'ün vasiyetnamesinde belirtilen mali menfaatler saklı
olup kendilerine tahsis edilir."
Şimdi, 12 Eylül birçok kurumu
yok ettiği gibi, dil için çalışmalar yapan Türk Dil Kurumunu
da kapatmıştır.
MEHMET EMİN MURAT BİLGİÇ
(Isparta) - Yanlış!
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) - Değerli
arkadaşlar, Atatürk'ün kalıtı, yani vasiyeti çiğnenmiştir
bu girişimle.
MEHMET EMİN MURAT BİLGİÇ
(Isparta) - Mahkeme kararları sizi yalanlıyor.
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) - Değerli
arkadaşlar, lütfen, bir düşünceniz varsa gelin burada söyleyin.
Bakın, biz sizin önergenizi desteklediğimizi söylüyoruz.
Ama, çoğulcu bir anlayışla sizin gibi düşünmediğimizi,
biz yalnız Batı'dan gelen sözcüklere değil, Doğu'dan
gelen sözcüklere de, ister Arapça, Farsça olsun ister İngilizce
olsun, bu saldırılardan Türkçeyi gerçekten kurtarmak gerekir.
Çünkü, Türkçe doğru düşünmenin yoludur, anlaşmanın
aracıdır. Bakın, toplumla birlikte dil de gelişir,
değişir, canlı bir varlıktır, bir kültürdür,
bir gömüdür, bir hazinedir bizim ortak dilimiz. Hangi kökenden, hangi
anlayıştan olursa olsun, sizlerle bir ortak dil kullanmamız
gerekir. Eğer, ortak dil kullanmazsak anlaşamayız. Ne
demek istediğimizi, eğer, sözcüklerle açık seçik ortaya
koyamazsak anlaşamayız birbirimizle.
Bakın, ünlü Çin bilgini Konfüçyüs'e
soruyorlar: "Bir memleketi yönetmeye çağrılsanız,
ilk ne yaparsınız, ilk iş ne yaparsınız?"
Konfüçyüs diyor ki: "İlk dilden başlarım."
Şaşırıyor herkes. "Ya bunca kargaşa var,
bunca iş varken dilden mi başlarsın?" "Evet, dilden."
diyor. "Çünkü, dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi
anlatmaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken
şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa,
töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış
yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık
içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını
bilmez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli
değildir." Gerçekten, dil, bir bayraktır, dil bir yurttur.
Onun için, dilin önemidir ki açıklık gerekli.
Bakın, Dil Kurumu, 1932 yılında
kurulduktan sonra, beş yüzün üzerinde yapıtlar ortaya koymuştur
dilin tanıtımı için, gelişmesi için. Hepinizin
evinde Dil Kurumunun yaptığı bir Türkçe Sözlük vardır,
bir Yazım Kılavuzu vardır. Türk Dil Kurumunun yaptığı
tarama ve derlemelerle, binlerce sözcük kazanılmıştır
Türkçemize. Ama ne olmuş; bir 12 Eylül gelmiş, bağımsız
olan, özerk olan, kendi tüzel kişiliği olan bir kurumu kapatmış,
devlet dairesi durumuna getirmiş. Biz, komisyonda üç yıl
önce tartıştık bu konuyu, zaman zaman sizlere de getirdik.
Gelin, değerli arkadaşlar, AKP'liler, 12 Eylülle hesaplaşmak
istiyor musunuz gerçekten? Yaraları sarmak istiyor musunuz?
Gelin, şu Dil Kurumunu, Tarih Kurumunu eski özerk yapısına
kavuşturalım. Bakın, TÖBDER mallarını geri
verelim. Ama, hiç yanaşmadınız siz. Bu, dil konusunda
da öyle.
Şimdi, Sayın Bakanın,
Konfüçyüs'un hani, ilk işim dille başlarım, dediği
gibi, 2003'teki ilk uygulamalarından biri dille ilgili bir genelge
çıkarmak oldu talihsiz bir biçimde, ama dilin gelişimine
ilişkin değil. Kendisi, burada biraz örtülü bir biçimde Sayın
Bostancıoğlu'nun genelgesini de çarpıtarak anlattı.
Sayın Bostancıoğlu şunu diyor genelgesinde, burada
var. Zamanı çok fazla almak istemiyorum. "Türkçe karşılığı
varsa onları kullanın." Bakın, okul öğrencilerine
onu söylüyor. "Yazı dilinde, önce, Türkçe karşılığı
varsa Türkçe kullanın, yabancı sözcük kullanmayın."
diyor. Sayın Bakan, hemen geliyor, bir genelge çıkarıyor,
"O genelgeyi kaldırdım." diyor. Arkadaş, Millî
Eğitim Bakanı, yasalara göre o Millî Eğitim Bakanlığını
yönetir, Anayasa'ya göre yönetir, Millî Eğitim Temel Yasası'na
göre yönetir; ama, sizin birçok kararınız mahkemeden dönüyor.
Daha yeni, işte, 1 Eylül 2006'da, ders kitaplarıyla verdiğiniz
karar, Danıştaydan gene döndü. Şimdi, burada, bakın,
Sayın Bostancıoğlu, 7 Aralık 2000 tarihindeki genelgesinde
demiş ki: "Ana dilin, yabancı dillerin etkisiyle oluşan
kirlenmeden korunması gerekir. Zorunlu hâller
" Bakın,
tırnak içinde, Bostancıoğlu'nun sözünü okuyorum; Bakanın
dediği gibi mi, değil mi sizin takdirinize bırakıyorum:
"Zorunlu hâller ve teknik terimler dışında, Türkçe
karşılıkları bulunan yabancı sözcükler kullanılmamasına
özen gösterilecek." Peki, Sayın Hüseyin Çelik ne demiş
ona bakıyoruz. Sayın Hüseyin Çelik demiş ki -demin burada
anlattığı gibi- 'sorun' kelimesini kullanmanız
'mesele' veya 'problem' kelimesini kullanmanıza engel değildir,
'yaşam' kelimesini kullanmanız 'hayat' kelimesini kullanmanıza
"
Yani
FEHMİ HÜSREV KUTLU (Adıyaman)
- Niye o kadar yaylanıyorsun okurken?
BAŞKAN - Sayın Kutlu, lütfen
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) -
İşinize gelmeyince söz atıyorsunuz. Peki, peki
Değerli arkadaşlarım,
bakın, genelgede "Doğu dillerinden, Batı dillerinden
gelen, derlediğimiz kelimeler bizim olmuştur." diyor
Sayın Bakan. Şimdi, ben önergeyi verenlere soruyorum: Doğu'dan,
Batı'dan gelen yabancı sözcükler bizim olmuş mudur olmamış
mıdır?
MAHMUT GÖKSU (Adıyaman) - Mustafa
ismi de Arapça, ama, bizim
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) -
İşte, bakın, demek ki, sizinle, bir, bakışta,
bir anlayış farkımız var. Ben bu genelgeyi okuduğum
zaman, yabancı sözcüklere karşı Türkçenin korunması
ve gelişmesi anlıyorum; ama, Bakanın buradaki konuşmasından
ve genelgeden bu anlam çıkmıyor. Yani, ille de Hüseyin Çelik'e
hep karşı olmak istediğimden değil. Ben sandım
ki, bugün, bu genelge doğrultusunda güzel, kısa bir konuşma
yapar. Oo, bir başladı Meclis de Türkçe değil, şu da
Türkçe değil... Peki, Sayın Bakan, cumhuriyetin başında,
yüz sözcüklük bir mektupta yüzde 30 bile yoktu Türkçe sözcük, bugün
tersi olmuştur, şimdi yüzde 80, yüzde 90 Türkçe. Tabii ki diller
birbirinden etkileniyor, etkilenmesin demiyoruz, ama -Profesör Doktor Aydın Köksal'ın,
dilci, "Dil ve Ekin" diye, bakın orada masamın üzerinde
bir kitabı var, teknik bilimle ilgili 2.500'ün üstünde sözcük türetiyor
bu kişi, belki televizyonlardan dinlemişsinizdir, kitabını
okumuşsunuzdur- değerli arkadaşlar, dil, hiçbir çaba
harcamadan, onun için uğraşmadan, kendi başına
bırakılamaz.
Atatürk o kadar büyük bir düşünceyle,
Dil Kurumunu devletin de etkisinden kurtararak bağımsız
bir biçimde kurmuş ki, bakın, özerk bir tüzel kişilik vermiş
Dil Kurumuna, Tarih Kurumuna. Şimdi ne olmuş? Şimdi,
Hüseyin Çelik resmen kullanıyor devletin gücünü, oturuyor,
kendi kafasındaki dil anlayışını bir genelge
hâline döküp, çocuklara, böyle böyle böyle yapacaksınız
diyor.
RASİM ÇAKIR (Edirne) - Sadece
kendi kafasındaki değil, talimat alıyor başka yerlerden!..
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) - Bakın,
Atatürk'ün büyüklüğüne bakın ki, Dil Kurumunun... Atatürk
de o zaman bir akademi kurar, bir devlet dairesi kurabilirdi, hayır
diyor, bütün, o türlü gelen istekleri reddediyor, ayrı, bağımsız
bir Dil Kurumu ortaya çıkarıyor. Ama ne oldu? 12 Eylül geldi,
şu şu sözcükleri kullanmayacaksın...
Değerli arkadaşlar, bağımsız
Dil Kurumunu yeniden açmaya var mısınız? Bakın,
2876 sayılı Yasa hukuk çiğnemiştir. Bakın, Atatürk'ün
vasiyeti çiğnenmiştir. Demin size Anayasa'nın 134'üncü
maddesinin ikinci paragrafını okudum. Atatürk"ün
"hakları saklı kalmak kaydıyla" dediği
hâlde, maalesef, orada çiğnenmiştir.
Siz, şimdi bir araştırma
önergesi vererek, belki -dilerim öyle olmaz- Sayın Bakanın
mantığıyla, efendim, Arapçadan, Farsçadan gelen sözcükler
dursun, eh, İngilizceyse çıksın
Oysa şunu demek
gerekir: İster Batı'dan gelsin, İngilizceden gelsin,
Fransızcadan gelsin ister Doğu'dan gelsin, Arapça, Farsça olsun,
biz
MUZAFFER BAŞTOPÇU (Kocaeli)-
Yasaklayalım
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) - Hayır,
yasakla olmaz. Bakın, yasaklı anlayış yasayla
olursa olur; ben tam tersini söylüyorum. Özerk, bağımsız,
kendi çalışmalarıyla ortaya konan bir dilcilikten
söz ediyorum. Dili halk geliştirir, dili yazarlar geliştirir,
dili uzmanlar geliştirir. Siz istediğiniz kadar yasaklayın,
istediğiniz kadar yapın; olmaz.
Bakın, bugünkü kargaşanın
nedeni nedir? Yirmi yıldır dil dernekleri kuruldu seçenek
olarak. Benim öğretmenim Ahmet Miskioğlu -büyük bir dilseverdir
kendisi- İstanbul'da, tek başına Türk Dili Dergisi'ni
çıkarıyor. Burada Türk Dili Dergisi gene çıkıyor,
ama, resmî, Türk Dil Kurumunun ortaya koyduğu yazım kılavuzu
ile Dil Derneğinin çıkardığı yazım kılavuzu
birbirini tutmuyor. İşte, kargaşa buradan çıkıyor.
Bostancıoğlu'nun gönderdiği genelge ile Sayın Hüseyin
Çelik'in gönderdiği genelge birbirini tutmuyor, kargaşa
buradan çıkıyor.
Değerli arkadaşlar, yasayla
değil
Kimi belediyeler levhalardaki kirlenmeyi önlemek
için kimi destekleyici işler yapıyor. Bunları kutlamak
gerekir gerçekten, güzel bir şey. Dilimizi koruyalım, dilimizi
geliştirelim, ama, tek pencereden bakarak değil, tek bir
yaklaşımla değil. Bu iş, gerçekten sağcılık
solculuk meselesi değil, ulus olmadır dil. Dil, bir ulusun
kültürüdür, bakın. Toplum ilerledikçe gereksinimlerine uygun
olarak dili ortaya koyar.
Değerli arkadaşlar, dil
konusunda ben de saatlerce konuşabilirim Sayın Bakan gibi,
örnekler de verebilirim, ama, dil, bağımsızlığımızdır
bizim. Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın dediği gibi, ses
bayrağımızdır gerçekten, yurdumuzdur. Bizi
açıklığa, duruluğa, birbirimizi iyi anlamaya
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Gazalcı,
ek bir dakikalık sürenizi başlatıyorum, konuşmanızı
tamamlayınız, teşekkür ediniz.
Buyurun.
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) - Peki.
Değerli arkadaşlar, tabii,
çok şey var söyleyecek, ama, biz, bu arkadaşların iyi niyetle
bu önergeyi verdiklerine inanıyoruz. Bakanın yaklaşımıyla
değil, bu önerge doğrultusunda, yani Türk dilinin ulusal
benliğine kavuşması, yabancı sözcüklerin etkisinden
kurtulup yetkin bir bilim ve sanat dili olması için çaba harcamak
ve bozulmaya karşı önlemler almak içindir desteğimiz.
Yoksa, Bakanın -ayraç içinde söylüyorum- burada söylediği
yaklaşıma değil, genelge doğrultusunda söylediği
yaklaşıma değil. Önergedeki iyi niyete dayanarak destek
veriyoruz. Gelin diyoruz, varsanız, Türk Dil Kurumunu eski tüzel
kişiliğine yine kavuşturalım, üstelik Anayasa'yı
bile değiştirmeden, bir yasa değişikliği yapma
olanağı var. Bırakın
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Gazalcı,
teşekkür ediyorum.
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) -
Başkanım, bir cümle
BAŞKAN - Vallahi, yirmi bir dakikada
meramınızı anlatamadınız, tekrar bir dakikada
nasıl anlatacaksınız, ben de merak ediyorum.
MUSTAFA GAZALCI (Devamla) -
Başkanım, Sayın Bakanın konuşmasına
"Bu güzel konuşması için" diyorsunuz, benimkini
anlamak istemeyince yirmi bir dakikada anlat
Sizi de kınıyorum ve hepinize
saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)
Olmadı, yakışmadı
size!
ORHAN ERASLAN (Niğde) - Tarafsız
ya Sayın Başkan!
BAŞKAN - Sayın Gazalcı,
size ek süre verdiğim için, müsamaha tanıdığım
için mi beni kınadınız?
Teşekkür ederim, ben, size yine
de teşekkür ediyorum.
Anavatan Partisi Grubu adına,
Afyonkarahisar Milletvekili Reyhan Balandı.
Sayın Balandı, buyurun.
ANAVATAN PARTİSİ GRUBU
ADINA REYHAN BALANDI (Afyonkarahisar) - Teşekkür ederim Sayın
Başkan.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Türk dilinde artarak devam eden bozulma ve yabancılaşmanın
nedenlerinin araştırılarak, toplumsal birlik ve beraberliğimiz
üzerindeki etkilerinin tespit edilmesi ve gereken tedbirlerin
alınması amacıyla açılmak istenilen Meclis
araştırması hakkında Anavatan Partisi Grubu
adına söz almış bulunmaktayım. Yüce Meclisi saygıyla
selamlıyorum.
Sayın milletvekilleri, Türkiye
Büyük Millet Meclisinin 22'nci Dönemi içinde millî ve manevi değerler
ile insan hak ve görevleri alanında bugün en faydalı çalışmayı
yaptığı günlerden birini yaşıyor.
Türk dilinin korunup, geliştirilmesinin
yanında, küresel ısınmadan ülkemizin nasıl etkilendiği
ve küresel ısınmaya sebep olmamak için Türkiye'nin alması
gereken tedbirler de bu kürsüden dile getirildi. Ümit ediyoruz,
araştırma komisyonları kurulacak ve bunlar, gerçekten
kayda değer sonuçlar verecek.
Her iki konu da hayati derecede
önemli olmakla birlikte, hemen bugünden başlayarak eğer
acil önlemler alınmaz ve ülkemiz küresel ısınmaya karşı
üzerine düşen görevleri yapamazsa, olmayan bir dünyaya ne
Türk dilini anlatabilir ne de olmayan bir dünyada kalkınabiliriz
diye düşünüyor ve hemen buradan konuya geçiyorum.
Sayın milletvekilleri,
şimdi, sizlere çok az bilinen bir bilgiyi aktaracağım:
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk'u yazmadan önce Orhun yazıtlarının
Necip Asım Yazıksız tarafından yayımlanan metnini
en ince ayrıntısına kadar okuyup, incelemiştir.
Sonra, Nutuk'u Orhun yazıtlarının planı üzerine
inşa etmiştir. Hatta bu sebeple, Orhun yazıtlarının
üslubuyla Nutuk'un üslubu arasında büyük benzerlikler ve paralellikler
vardır. Bu durum, büyük dâhinin hem köklerine ne kadar bağlı
olduğunu hem de ondaki dil ve tarih şuurunu göstermesi bakımından
son derece önemlidir.
Nutuk'un sonuç bölümünü oluşturan
"Gençliğe Hitabe" ise, başlı başına
Türk dilinin, Türk hitabet sanatının eşsiz eserlerinden
biri olma özelliğine sahiptir. Türklük gurur ve şuurundan
gücünü alan Atatürk, Türk milletinin geçmişte olduğu gibi,
gelecekte de en vazgeçilmez değerlerinden birinin, bütün lehçe
ve şiveleriyle birlikte Türk dili olduğunu kaydetmiştir.
Onun şu sözleri, bu bağlamda son derece kıymetlidir:
"Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin
lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesini,
Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz."
Değerli milletvekilleri, bilindiği
gibi, 28 Ağustos 1928'de, çağdaş dünyaya uyum sağlamak
amacıyla harf devrimi gerçekleştirilmiştir. Bunu,
Türk dilinin dünya dilleri arasındaki yerinin belirlenmesi,
köklerinin araştırılması, Türk lehçe, şive ve
ağızlarının da bilimsel yöntemlerle incelenmesiyle
ilgili çalışmalar takip etmiştir. Atatürk bu amaçlarla,
12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dil Kurumunu kurdurmuştur. Sonradan
mirasının bir bölümünü bağışladığı
bu Kurumun tüzüğünün taslağı da, bizzat Atatürk tarafından
hazırlanmıştır.
Türk Dil Kurumu 26 Eylül 1932'de,
Dolmabahçe Sarayı'nda, Atatürk'ün huzurunda, Birinci Türk Dil
Kurultayı'nı toplar. Dokuz gün süren kurultaya bilim adamı,
yazar, şair, gazeteci, öğretmen ve konuya ilgi duyan herkesin
kayıt yaptırmak suretiyle katılabileceği
açıklanır. Kurultayda yapılan tüm konuşmalar, radyodan
ve şehir merkezlerinde kurulan ses düzeneklerinden halka duyurulur.
O kurultayda çok ciddi kararlar alınmıştır. O kararlardan
biri olan ve bugün unutulan, Sayın Bakanımızın da
az evvel bahsettiği Güneş Dil Teorisi, Türk dilinin eskiliğinin
ve köklülüğünün, aynı zamanda zenginliğinin de kanıtlanmasına
yönelik bir faaliyetin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Yurt içinde ve yurt dışında büyük yankı uyandıran
teori, hem Türkçe konuşma ve yazma bilincinin gelişmesine
katkı sağlar hem de Türkçenin tarihî köken bilimiyle ilgili
birçok eserin hazırlanmasına vesile olur.
Değerli milletvekilleri,
dünya üzerinde irili ufaklı 30 bin farklı dil konuşulmaktadır.
Bunların bir kısmının, 25-30 kişilik kabilelerde
geçerli birkaç yüz kelimelik diller olmasına karşın,
bir kısmı da dünyaca yaygındır. Dünyaca yaygın
dillerden biri de Türkçemizdir. Aslında, geçmişi ve büyüklüğüne
bakıldığında dilimizi eğer koruyup geliştirebilseydik;
bilim, teknoloji, ekonomide millî hislerimizle seferberlik ilan
edebilseydik, dünyada konuşulan, talep edilen, merak edilen
ikinci ya da üçüncü dilin Türkçe olması kaçınılmazdı.
Türkçemiz, okunduğu gibi yazılan
ya da yazıldığı gibi okunan, grameri kolay ve mantıklı,
alfabesinde de kafa karıştıran harfleri olmayan bir
dildir. Onluk sayısal sisteme, yani, desimal sisteme en uyumlu
dil Türkçedir. Türkçedeki uyumlu sayma ve dil sistemi örneğine
bir eş daha yoktur. Bu husus, Amerika Birleşik Devletleri'nde
son yıllarda en çok satan "Being Digital" isimli kitapta
teyit edilmekte ve Türkçe uluslararası bilgisayar kullanımı
için en uygun dil olarak tanımlanmaktadır. Bu, Türkçe'nin dünyada
en yaygın dil olabileceği anlamına gelmektedir.
Eğer tren kaçmadıysa, bu konuya ilişkin çok acil ve kapsamlı
çalışmalar yapılmalıdır. Oysa, ilköğretimden
başlayarak çocuklarımıza ana dilimiz Türkçenin köklülük,
tarih ve zenginlik olarak dünyanın ilk on dili arasında yer
aldığının anlatıldığına hiç
şahit olmadık.
"Millî his ile dil arasındaki
bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin
inkişafında başlıca müessirdir." diyen Atatürk,
çocuklarımıza vatan sevgisi, bayrak sevgisi aşılanacaksa
bunun dil sayesinde ve önce dilimizi sevmekle mümkün olabileceğini
ne güzel ifade etmiştir. Maalesef, Türkçe'nin söz varlığını
kullandığı üç yüz-dört yüz sözcükten ibaret sananlar,
Türkçenin anlatım gücü, dağarcığından ve zenginliğinden
habersizler. En önemli makamlara, yönetim kademelerine gelmiş
olanlar, aydın geçinenler bile, maalesef, ortalama sadece iki
yüz-üç yüz sözcük üzerinde bilgiye sahiptirler.
Yediden yetmişe her bir Türk
vatandaşı, sinsi ve derinden bir dil saldırısı
altındayız. Eskiden Arapça ve Farsçanın dilimize doluştuğu
gibi, şimdi de İngilizce ile insanımız, gençlerimiz
bir beyin yıkanmasına maruz kalıyor. Dilimize uzun
yıllardır yerleşmiş Arapça, Farsça, Fransızca
kökenli sözcüklerin çokluğuna ve Türkçe karşılığı
var iken onların yerini sinsice aldığına bakılırsa,
Atatürk'ün Türk diliyle ilgili sevgi ve uğraşısının
ne kadar yerinde olduğu ve pek çok konuda da olduğu gibi aynı
tehdidi, bu tehdidi de sezdiği ve bunda da haklı çıktığı
görülüyor.
Sorun gerçekten o kadar büyük ki,
başta dilimiz olmak üzere, kültür değerlerimize duyulan
ilgisizlik, kayıtsızlık, yanlış Hükûmet politikalarıyla,
gazete ve televizyonların yanlış yayın politikalarıyla,
halkın devletinden, millî ve manevi değerlerinden uzaklaşmasıyla
birleşince kaygı verici bir boyuta ulaşıyor. Öyle
ki, öğretmenler bile DVD (Di Vi Di) yerine "De Ve De" diyecek
olsalar, VCD (Vi Si Di) yerine "Ve Ce De" diyecek olsalar
alay konusu olacak hâle geldi.
Öz Türkçe sözcüklere dönüş,
yüzyıllar boyu oluşmuş etkileşimi bir çırpıda
kaldırıp atmak gibi ne kadar imkânsız ise, en büyük tehdit
olan, başta İngilizce olmak üzere, yabancı dillerin virüs
gibi dilimizi zehirlemesine müsaade etmemek o kadar imkân dâhilindedir.
Binlerce yıl önce filizlenerek gelişmiş koca bir
çınar ağacının toprağına zehir dökenlere
âdeta yardım eder olduk. Bugün dilimizi doğru kullanmaktan,
doğru telaffuz etmekten o kadar uzaklaştık ki, dede torununu,
anne çocuğunu anlayamaz oldu, halkın birbirini anlamasına
engel olundu.
Tatlı dil, güler yüz, güzel huy
insanı meftun eder. Dil tatlıdır. Acıyı, kahrı,
öfkeyi, sevgiyi ifade etmek bile; acı çekmenin de, çektirmenin
de tadına varmak bile, dilimizi iyi bilmek, doğru kullanmakla
mümkündür. Binlerce yıl öteden ruhumuza işlemiş, masum,
güzel dilimizi önce sevmek, sonra sevdirmek asıl çözüm yoludur.
Kültürün de, sevginin de, ilmin de taşıyıcısı
dildir.
Şimdi, çocuklarımıza
Türkçe sevgisi adına değişik zaman dilimlerinde yaşamış
ve dünyaya mal olmuş bazı şairlerimizin eserlerinden
küçük paragraflar aktaracağım:
Yunus Emre'den:
"Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz
Yunus sözün anlarsan
Mânâsını dinlersen
Sana iyi dirlik gerek
Burada kimsen kalmaz."
Ahmet Haşim'in Merdiven
şiirinden:
"Ağır, ağır
çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir
yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya
ağlayarak
Sular sarardı
yüzün perde
perde solmakta,
Kızıl havaları seyret
ki akşam olmakta..."
Necip Fazıl Kısakürek'in
Gurbet şiirinden:
"Dağda dolaşırken
yakma kandili,
Fersiz gözlerimi dağlama gurbet!
Ne söylemez, akan suların dili,
Sessizlik içinde çağlama gurbet!
Titrek parmağınla tutup
tığını.
Alnıma işleme kırışığını
Duvarda, emerek mum
ışığını,
Bir veremli rengi bağlama gurbet."
"Yaşamak, bir ağaç gibi
tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine"
diyen Nazım Hikmet'in Memleketim şiirinden:
"Ve sonra; ileri, güzel, iyi
her şeyi,
hayran bir çocuk sevinci ile kabule
hazır,
çalışkan, namuslu, yiğit
insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir
"
Ne güzeldir dilimiz, şiirlerimiz,
kültürümüz, milletimiz. "Bu eserlere dünyaya mal olacak binlercesini
katmak varken, gençlerimize yabancı dilde öğretim yüzünden
yabancı bir düşünce tarzının, yerli özlemlere
ters bir bakış açısının, başkalarının
çıkarları için oluşturulmuş kalkınma modellerinin
aktarılmakta oluşu, gençliğin bir bölümünü
dış kaynaklı beyin yıkayışlara kendi eliyle
teslim eden ve bunu hevesle yapan başka bir toplum ancak eski sömürgelerde
vardır" diyor bir eski politikacı.
Türk Dil Kurumu, imkânsızlık
ya da akademisyen yetersizliğinden olsa gerek, iddialara göre,
yanlışlarla dolu bir Türkçe Sözlük yayınlamış.
Yükseköğretim Kurulu, Türkçemizi bilim dalı yapmak için
hiçbir eylemde bulunmuyor. Buna karşılık İngilizce,
Rusça gibi dillerin konuşulduğu ülkelerde yabancı
dillerdeki yayınları anında kendi dillerine tercüme
edip genç araştırmacıların ellerine sunan merkezler
vardır. Bu merkezleri kuramazsak, elbette, o ülkelerin gençlerine
oranla bizim gençlerimiz daha geride olacaklar. Elbette, yabancı
dil öğretimine karşı olmadığımız gibi,
ne kadar çok öğrenilirse o kadar da iyi olacağını
düşünüyor ve savunuyoruz, ancak, önce ana dilini tüm ayrıntılarıyla
öğrenip kullanma yeteneğine kavuşmuş olmak kaydıyla
ve bilim dilini kendi ana dilimizde yapmak kaydıyla. Çünkü, insanlar,
ana dillerinde daha kolay öğrenirler, asıl yaratıcılık
ana dilde olur, insanlar rüyalarını bile ana dillerinde görürler.
Ana dilde eğitim esastır. Böylece, ana dilimize yeni terimleri
de yerleştirme şansına sahip oluruz. Örneğin, bir
uzay mekiği bin beş yüz yeni kelimeyi İngilizceye katmış.
Bunların Türkçe karşılıkları bize yasak
mıdır? Bunları kimler Türkçeleştirecektir? Tıpta yer alan hastalık ve terimlerin
Türkçe karşılıkları bulunamaz mı? Bu konuda
çalışmalar yapanları nasıl teşvik etmeliyiz?
Tabii, burada, Türkiye, kendi
problemlerini çözmekte geciktikçe, akrabası olduğu Türk
topluluklarına da yardım ve öncülük etmekte yetersiz kalmaktadır.
Bu, zaten, Türkiye için tasarlanan bir roldür. Türkiye'nin burada
kalması, içten içe çürümesi istenmektedir ve bu oyunlara gelmemizden
de memnuniyet duyulmaktadır. Bu ülkenin gençlerinin kafası
allak bullak edilmiştir.
Dil, Türkiye Cumhuriyeti ve tüm
Türk topluluklarının en köklü ve en meşru birliktelik
paylaşım alanıdır. Türkiye'nin sorunu, bunu fark
edememektir. Bize kimlik kazandıran bu değeri zayıflatmak,
kendi kimliğimizi silik bir hâle getirmekle eş değerdir.
Türk milletini meydana getiren kişiler, teker teker millî
şuur sahibi olmalı, kalpleri millet sevgisiyle çarpmalı
ve bu şuur ve gurur içerisinde, tek vatan, tek bayrak ve Türk dilini
geliştirip yüceltmekle yükümlü hissetmelidir.
Dil, din, çeşitlilik ve milliyetçilik,
milleti birleştiren, renk veren değerler olması gerekir.
Oysa, başta Başbakan olmak üzere, iktidar, bir mağduriyet
ve eleştiri edebiyatı içerisinde, milletin devletle,
millî duygularla arasını açar bir tavır içine girmiştir.
Peki, ne yapmamız gerekir? Öncelikle,
bütün Türk dilini sevenler, kendi ülkemizde bizi konuk durumuna
düşürenlere tepki vermelidirler. Bu yurttaşlık sorumluluğumuzdur.
Dilseverlikle milliyetçilik arasındaki bağ unutulmamalıdır.
Artık bu yabancı isim ve marka hayranlığına
bir son verilmeli, tabelalar, şirket isimlerinde Türkçe kullananlar
teşvik edilmelidir.
Değerli milletvekilleri, diğer
yandan, ülkemizi yabancı adlarla kirletenlerin başını
Türk üreticisinin, mühendisinin, işletmecisinin, girişimcisinin
çekmesi çok acıdır. Türk üreticisinin kendi emeğini
Türkçe ile adlandıramaması hem acı hem de utanç verici
bir bilinçsizlik örneğidir. Artık ürettiği giysiye,
şekere, tatlıya, içinde yaşadığı iş
yerine, işlettiği lokantaya, çayevine, otele,
alışveriş merkezine Türkçe ad bulamayanların,
yurt ve dil sevgisi nereye kaybolmuştur? "Ankamall" gibi,
"Bianko Rosso" gibi, "Chicken Last Stop" gibi,
"Mezzaluna" gibi, "Cakeland" gibi yüzlercesi, Ankara'daki
iş yeri adları, tüm Türkiye'de yayılmış iş
yeri adları hakikaten tüyler ürpertmektedir.
Eğitim millî olacaksa, eğitim
dili de Türkçe olmalıdır. Yabancı dilde eğitimin
bizi bu noktaya getirdiği tespit ve kabul edilmiştir. Gençler
hem ana dillerinden uzaklaşmış hem de bilgiyi edinememişlerdir.
Yaptığımız bu ihanet, millî ulus olma karakterimizden
bizi sürekli olarak uzaklaştırmakta, global kültürel hegemonyanın
etkisine her an daha fazla sokmaktadır. Sömürge kültürünün
yaklaşık altı yüz yıllık tarihini bilenler ne
demek istediğimi iyi anlarlar.
Geçenlerde, Sayın Başbakan,
Antalya'da düzenlenen Türk Dünyası Kurultayı'nda,
"Türkçe konuşan devletler topluluğu kuralım"
diye somut bir öneri getirmiş ve Fransızca, İspanyolca
konuşan ülkeleri örnek vermiş. Öncelikle İspanyolca
ya da Fransızca konuşan ülkelerin halkları İspanyol
değillerdir, başka milletlerden oluşur ve coğrafyaları
da epey farklıdır, bahsettiğim sömürge kültürünün bir
uzantısıdır. Türkçe konuşan devletlerde yaşayanlar
ise Türk'türler, yani, bir isim verilecekse, ancak "Türk devlet ve
toplulukları iş birliği örgütü" olabilir. Gerçi,
"Türk" yerine "Türkiyeli" diyen bir Başbakandan
bunu düşünmesini beklemek de biraz hayalcilik olur.
Şimdi, değerli arkadaşlar,
bütün bu sebeplerle rahatlıkla çağdaş öğretim yöntemlerini
iyi uygulayamadığımızdan, bunu başaramadığımız
gibi bütün öteki konularda da nitelikli bir öğretim düzenini
yerleştiremediğimizi de söyleyebiliriz. Tabii, bir de
yabancı dille eğitimin öğrenciler bakımından
yarattığı sorunları bilmemiz gerekmektedir. Öncelikle,
yabancı dilde eğitim yöntemiyle gençlerimiz ne fizik, kimya,
matematik, biyoloji gibi temel bilimleri ne de yabancı dili
öğrenebilmektedirler, yani ne İsa'ya yaranabilmektedirler
ne Musa'ya. Öncelikle, yabancı dil eğitimi yöntemleriyle
gençlerimiz kendisine güvenini yitirmekte, toplumsal düzeyde
ise ulusuna, devletine, ana diline, kültürüne olan güvenini ve
bağlılığını yitirmesine yol açmaktadır.
Dilimize hükmeden tehditler
şöyle demektedir: "Müslüman kalabilirsin ya da bir başka
dinde, ama beni yakalamak için değişmelisin. Dilini değiştirmelisin
önce. Yüksek ortamlarda benim dilimi kullanmalısın. Benim
dilimi ikinci dil ya da yabancı dil olarak öğrenmen yetmez,
kendi dilin yabancı kalmalı, hatta neredeyse etnik bir
dil. Benim dilim ise yüksek ortamlarda ana dil olmalı." Nedir
bu yüksek ortamlar? En başta yüksekokullar, sonra liseler, ortaokullar,
ilkokullar, hatta anaokulları.
"Kendi dilinle konuşmak sende aşağılık
duygusu yaratmalı."
Bir garabet de, Yükseköğretim
Kurulunun akademik yükselmeler için öngördüğü puanlama yöntemi.
Yabancı dille makaleye en yüksek puanı verirken, Türkçe özgün
hitaba en düşük düzeyde puan verilmektedir. Böylece, Türkçe
kaynak olmadığı için yabancı dille eğitim gibi
sözde bir gerekçe de uzun dönemde Türkçeyi yok edecek bir kısır
döngüye dönüştürülmüş olmaktadır.
Sonuç olarak, değerli arkadaşlar,
Türkçeyle ilgili sorunun ana nedeni yabancı dille eğitimdir.
Bahse konu eğitim modeli, hem öğrencilerimizin hem öğretmenlerimizin
başarılarını engelleyen hem de uzun dönemde Türkçenin
bilim dili olarak gerilemesine, ulusal dil niteliğini yavaş
yavaş yitirmesine neden olacak çok sakıncalı bir yoldur.
Bu gidişle, çocuklarımız, insanımız Türkiye'nin
ana dili ve yurttaşlık bilincinden yoksun, kendi bireysel
özüne, ulusuna güven duymayan, ezik, yabancılara özenen gelecek
kuşakları küreselleşme ortamında yabancı
devletlerin, çok uluslu şirketlerin iş birlikçiliğine
kolayca sürüklenecekler, siyasal ve ekonomik bağımsızlığın
güvencesi olmayacaklar
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Balandı,
konuşmanızı tamamlayınız.
Buyurun.
REYHAN BALANDI (Devamla) - Teşekkür
ederim Sayın Başkan.
Çünkü, uluslaşma da, aydınlanma
da, yeniden doğuş da bütün uluslar için, çağlar boyunca
hep ana dilde eğitim aracılığıyla gerçekleşmiş,
dilini koruyup geliştirmekle, yeni sözcükler ekleyip, dünyada
kullanılan bir dil yapmaya çalışmakla gerçekleşmiştir.
Bunun tersi, hiçbir zaman ve hiçbir ülkede görülmemiştir.
Anavatan Partisi olarak, bir
araştırma komisyonunun kurulmasının çok önemli
olduğuna katılmaktayız, ancak, çıkacak sonuçların,
komisyondan çıkacak sonuçların, çözüm önerilerinin hayata
geçirilmesinin takibi için düzenlemeler yapılmasını
da istiyoruz.
Türkçeye baskı ve boyunduruk
girişimleri dalgalar hâlinde günümüze kadar sürmüştür,
ama, son cumhuriyet devrimi atılımıyla Türkçe kendini
bir kez daha kanıtlamış ve dünyada önemli diller arasına
girmiştir ve bu özelliğini devam ettirmek için Türkiye Büyük
Millet Meclisi olarak herkes üzerine düşen vazifeyi yerine getirmelidir
diyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Anavatan Partisi
sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim
Sayın Balandı.
AK Parti Grubu adına, Şanlıurfa
Milletvekili Mehmet Atilla Maraş.
Sayın Maraş, buyurun. (AK
Parti sıralarından alkışlar)
Süreniz yirmi dakika.
AK PARTİ GRUBU ADINA MEHMET
ATİLLA MARAŞ (Şanlıurfa) - Sayın Başkan,
değerli milletvekili arkadaşlarım; İstanbul Milletvekilimiz
Sayın Ekrem Erdem ve 106 arkadaşının vermiş olduğu,
dilimizde son yıllarda artarak devam eden bozulma ve yabancılaşmanın
nedenlerinin araştırılarak, toplumsal birlik ve beraberliğimiz
üzerindeki etkilerinin tespit edilmesi ve gereken tedbirlerin
alınması amacıyla Meclis araştırma açılması
talebiyle ilgili, AK Parti Grubu adına söz almış bulunuyorum.
Yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Türkçe, yeryüzünün en eski ve en
geniş coğrafya parçasında konuşulan, gelişmiş,
zengin bir kültür, bilim ve sanat dilidir. Türkçe, en geniş
coğrafya parçasında konuşuluyor, çünkü, bugün, artık,
Türk dili, sadece Anadolu'da, Balkanlarda, Türkistan'da ve Sibirya'da
değil, çalışmak amacıyla Avrupa'ya, Amerika'ya,
Avustralya'ya giden vatandaşlarımız sayesinde dünyanın
dört bir bucağında konuşulur hâle gelmiştir. Türkçenin
lehçeleri dediğimiz kolları, Balkanlardan Uzakdoğu'ya
kadar geniş bir coğrafyada konuşma ve yazı dili
olarak kullanılıyor. Türkçe, bugün Türk dil ailesinin en
fazla konuşulan kollarından biridir. Bugün, 70 milyon kişinin
konuştuğu Türkiye Türkçesi, sadece Türkiye Cumhuriyeti
sınırları içerisinde değil, diğer bölgelerde
de konuşulan ve yazılan dillerdendir. 1980'lerin ortasında,
UNESCO, hazırladığı bir raporda, Türkçenin, dünyanın
beşinci büyük dili olduğunu açıklamıştı.
Şüphesiz, bu raporu hazırlayanlar, Türk dilini ve lehçelerini
bir bütün kabul ederek bu sonuca ulaşmışlardı. Bugün,
dünyada, Türk dilinin çeşitli kollarını konuşan
200 milyonu aşkın insan bulunduğu sanılmaktadır.
Burada, herhangi bir dilde yazılmış
bir romanın Türkçeye çevirisi yapılabiliyorsa, felsefe
eserleri Türkçeye çevrilebiliyorsa, Türk yazarlarının
eserleri yabancı dillere çevrilebiliyorsa, Türkçe, bir kültür,
sanat ve edebiyat dilidir. Bilim eserlerinin yazılabildiği,
çevrilebildiği, yeni terimlerin üretilebildiği ve her
aşamada öğretimin yapılabildiği Türkçe bir bilim
dilidir. Türkçenin bilim dili olmadığı, olamayacağı
konusundaki sözler ve iddialar boş iddiadan öteye gidemezler.
Türkçe gelişmiş bir dildir
diyoruz, çünkü, Türkçenin söz varlığı bugün 110 bine
ulaşmıştır. Şimdi, burada, Değerli Bakanımın
demin konuşmasında "Türkçeleşmiş kelimeler,
sözcükler Türkçedir." dediği iddiaya ben de katılıyorum.
Aksi takdirde, bugün, 110 bin kelimeye, sözcüğe ulaşmış
olan sözlükteki kelimelerin tamamını atmamız gerekir.
MUSTAFA GAZALCI (Denizli) - Niye
tamamını atalım? Yüzde 80'i Türkçe!
MEHMET ATİLLA MARAŞ (Devamla)
- Mesela, bakın "kefen", "defter", "kitap",
"kâğıt", "meclis", "devlet",
"millet", "cumhuriyet", "halk", "parti",
"kravat", "pantolon", "saat", "rozet",
"duvar", "tavan", "taban", "lamba",
"elektrik", şimdi bunların hepsini atarsak, Türkçede
bir şey kalmaz. Bunların hiçbirisinin aslı Türkçe değil,
ama, bunlar Türkçeleşmiş kelimelerdir, sözcüklerdir. Dolayısıyla,
Sayın Bakanımın bu iddiasına ben de katılıyorum.
MİLLÎ EĞİTİM BAKANI
HÜSEYİN ÇELİK (Van) - "Cumhuriyet Halk Partisi"
Türkçe mi Atilla Bey?
MEHMET ATİLLA MARAŞ (Devamla)
- "Cumhuriyet Halk Partisi" Türkçeleşmiş Türkçe
efendim. "Cumhuriyet Halk Partisi" Türkçeleşmiş
Türkçedir.
MUSTAFA GAZALCI (Denizli) - Karşılığı
varsa diyoruz. Karşılığı olan sözcükleri kullanalım.
MEHMET ATİLLA MARAŞ (Devamla)
- Var, var, karşılığı da var.
Türk Dil Kurumunun 1945'te çıkardığı
birinci baskı Türkçe Sözlük'teki kelime, sözcük miktarı 32
bindir. Bugün, değerli bir dil bilimci olan Sayın Mehmet Doğan'ın
sözlüğünde sözcükler 80 bin kelimeyi geçmiştir. Türk Dil Kurumumuzun
çıkardığı sözlükteki kelime miktarı da 110 bini
aşmıştır. Demek
ki, cumhuriyetin ilk yıllarında 32 bin civarında olan
daraltılmış, atılmış, yani, kendi kültür
ve medeniyetimizin bir aracı olan dil, cumhuriyetin ilk dönemlerinde
arılaştırma adına birçok Türkçeleşmiş kelime
"Arapçadır, Farsçadır" gerekçesiyle atılmıştır,
ama, şimdi, çok şükür, yaşayan, konuşulan dil bizim
olduğu için, bugün Türk Dil Kurumunun da kabul ettiği artık
110 bin kelimelik çok zengin bir dil hâline gelmiştir Türkçe, yani
asli hüviyetine kavuşmuştur.
MUSTAFA GAZALCI (Denizli) - Neden
şikâyet ettiğinizi anlamadım ben.
MEHMET ATİLLA MARAŞ (Devamla)
- UNESCO, daha sonraki yıllarda hazırlamış olduğu
raporlarda Türk dil ailesini bir bütün kabul etmeyerek, her Türk lehçesini
sıralamada ayrı ayrı değerlendirdi. Böylece,
Türk dilinin sıralamadaki yeri değişti. Bu durum gerçeği
değiştirmez. Yaklaşık 12 milyon kilometre karelik
bir alanda, Türk dilinin birbirine uzak ve yakın lehçeleri konuşulmakta,
yazı dili olarak kullanılmaktadır. Bunlar içerisinde,
Türkiye Türkçesinin, güncel birtakım sorunlarına karşılık,
kültür, sanat, edebiyat ve bilim dili olduğu artık bugün
tescil edilmiştir.
Türkçe, kavramlar yönünden de son
derece zengin bir dildir. Akrabalık ilişkilerimize verdiğimiz
önemin sonucu, akrabalıkla ilgili sözler, başka hiçbir
dilde görülmeyecek kadar fazladır, zengindir. Pek çok dilde,
bırakınız "baldız", "görümce",
"elti" gibi sözlerin karşılıklarını
"teyze" ile "hala"yı ayırt edecek sözler bile
yoktur. Renk adlarımız, renklerin en küçük ayrıntısına
kadar tonlarını verecek şekilde zengindir; "yavruağzı",
"gülkurusu", "gök mavisi" gibi.
Sözlük kullanma alışkanlığımız
da aslında tam olarak gelişmemiştir, sözlere kendimize
göre anlamlar yükleyip kullanırız. Bu durum, yalnızca
yabancı kaynaklı sözleri değil, Türkçe kökenli sözleri
de birbirine karıştırıp yanlış kullanmamıza
yol açıyor. Söz gelimi "gözaltına almak" ile
"gözlem altına almak" sözleri yerli yerinde kullanılamıyor.
Bu yanlışı kitle iletişim araçları yapınca
yanlış kullanma, artık, toplumda hızlı bir
şekilde yayılıyor. Sözleri yerli yerinde, bilerek
kullanmak gerekir. Anlamı bilinmeyen sözler için mutlaka sözlüğe
müracaat edilmesi gerekmektedir.
Türkçenin kullanımıyla
ilgili olarak yaşanan sorunların başında, söyleyiş
bozukluğu geliyor. Türkçe kökenli sözlerde söyleyiş bozukluğu
fazla görülmüyor, ama, yabancı kaynaklı, alıntı
sözlerde söyleyiş bozukluğuna sık sık rastlamaktayız.
Bu yanlışlardan kurtulmak için, kullandığımız
sözün doğru söylenişini bilmemiz gerekiyor. Dilimizde
karşılığı bulunan sözlerin Türkçesini kullanmak
da, bu yanlışlardan bizi kurtarır. Dilimizde karşılığı
olmayan sözleri de kullanırken Türkçede kabul görmüş ve
yaygınlaşmış şekilleriyle kullanmamız
gerekmektedir. Türk Dil Kurumunun yayımlamış olduğu
Türkçe Sözlük'ün 2005 yılındaki baskısında bu tür
sözlerin söylenişleri de verilmiştir; uzun söylenmesi gereken
ünlüler, ince söylenmesi gereken ünlüler belirtilmiştir. Radyo
ve televizyon sunucularına, spikerlerine bu konuda büyük görevler
düşmektedir. Sunucu ve spikerler sözleri doğru biçimlerde
söylerlerse doğru biçimler toplumda daha hızlı olarak
yayılır. Önemli olan, Türkçeyi doğru ve güzel kullanma
konusunda bir duyarlılığın ve bilincin uyanmasıdır.
Günümüz Türkçesinin en önemli sorunu,
yabancı dillerin, özellikle İngilizcenin Türkçeyi olumsuz
olarak etkilemesi. İkinci Dünya Savaşı sonrası
Amerikan ve İngiliz kültürleri bütün dünya dillerini etkilemeye
başlamıştı. Türkiye'de İngilizceyle öğretime
başlandığı 1950'lerde Anglosakson kültürünün yoğun
etkisi de kendini hissettirmişti. İngiliz sadece Türkçeyi
değil başka dilleri de etkiliyordu. Fransızlar dillerini
korumak amacıyla yasa bile çıkardılar.
Yabancı dil öğrenme düşüncesi
zamanla yabancı dille öğretime dönüştü ve yaygınlaştı.
Çocuklarımıza yabancı dil öğretelim, hatta, çocuklarımız
bir dil değil birkaç dil öğrensinler, ama, yabancı dille
öğretim yanlış bir yoldur. Öğrenciler yabancı
dili yabancı dil derslerinde öğrensinler.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; özentiyle dilimize yabancı sözlerin girişi
son yıllarda giderek arttı. Türkçesi varken yabancı
kaynaklı sözleri kullanmak, bize göre, özentiden başka bir
şey değildir. Yabancı dillerin etkisinin artması
Türkçenin söz varlığını, söz dizimi özelliklerini
olumsuz yönde etkiledi. "Divan Oteli" demek dururken
"Hotel Divan", "Marmara Oteli" demek dururken,
"The Marmara" demek, Türkçenin söz dizimi özelliklerini
zorlamaktır.
Son zamanlarda bir de çeviri yoluyla
anlatım türü ortaya çıktı. Sözler Türkçe, ama, anlatım
kalıbı yabancı kaynaklı. Doğru olmayan bu kullanışlar
giderek yaygınlaşıyor. Mesela, "çay içmek",
"kahve içmek" yerine ne diyoruz, "çay almak",
"kahve almak", "çay alır mısın",
"kahve alır mısın", "özür dilerim" yerine
"üzgünüm" gibi kullanışlar, bunlara sadece birkaç
örnektir.
Türkçenin yapısına ve
mantığına aykırı bu yanlışlardan kurtulmamız
gerekiyor. Türkçemize, son yıllarda, Batı dillerinden,
özellikle de İngilizceden bir söz akımı olduğu gerçektir.
Sözlerin bir bölümü teknolojiyle birlikte geldi. Yeni bulunan ve
yeni üretilen aletler ülkemize gelirken, adlarıyla birlikte
geldiler, yani, "air-conditioner" gibi, "disket" gibi,
"faks" gibi, "kamera" gibi, "monitör",
"printer", "radyo", "televizyon", "video",
"walkman", ilâ âhirihi. Dilimizin doğal gelişmesi
içerisinde bu aletlerin en az bir
kısmına karşılık bulunabildi, bir kısmına
ise bulunamadı. Mesela, "buzdolabı", "bilgisayar",
"derin dondurucu" vesair.
Yeni bulunan ve üretilen aletlerin
adları girmekle kalmadı, bu aletlerin çeşitli özellikleri,
parçaları, kullanıcılarıyla ilgili sözler de dilimize
girmeye başladı. Hatta, bu sözlerden fiiller de üretildi,
türetildi. Mesela, "disk jockey" kısaltılmışı
"DJ" olarak değil, İngilizcedeki söyleniş biçimiyle
"di jey". "Video jockey" "VJ" değil,
"vi jey" biçiminde kullanıldı. "Fakslamak",
"zaping yapmak", "zumlamak", vesaire.
Yabancı kaynaklı söz kullanmak
artık bir özenti hâline gelmiştir ülkemizde. Günlük hayatta,
çarşıda, pazarda, radyoda, televizyonda, basında,
okulda, sporda, kısacası her yerde yabancı kaynaklı
sözler artık bilinçsizce ülkemizde kullanım alanına
girmiştir. Şimdi, bu olumsuz duruma karşılık
toplumda Türkçe bilincini, Türkçe şuurunu uyandırmak ve
canlı tutmak zorundayız.
Şimdi, bu yozlaşmanın
ve yanlış kullanımın önüne geçmenin önemli yollarından
bir tanesi, öncelikle toplumda Türkçe bilincinin uyandırılması
demiştik, ancak, özellikle iş yeri adlarındaki yabancılaşma
karşısında yerel yönetimler belki etkili olabilir diye
düşünüyorum. İş yeri açılışı için, mesela,
ruhsat başvurusuna gelen iş sahiplerine, yabancı ad
vermemek, ad vermek isteyenleri engellemek
Mesela belediyelerimiz
tarafından böyle bir girişimde bulunulabilir. Adam dükkân
açıyor "Tabelaya ne koyacaksın, Türkçe mi, yoksa demin
saydığım isimleri mi koyacaksın?" diye böyle
bir engel de konulabilir.
Dilin söz varlığının
zenginleştirilmesi, bütün bilim dallarında öğrenim
ve araştırmanın sürdürülmesi için dile terimlerin kazandırılması,
dildeki gereksiz yabancı ögelerin ayıklanması gerek
ve şarttır. Bunlar yapıldığında dilde iyileştirme,
daha doğru bir söyleyişle gelişme ve zenginleşme
yaşanır.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; bilimde, teknolojide yaşanan gelişmeler
dile de yansır. Yeni kavramlara, yeni ürünlere, dilimizin kaynaklarından
yararlanarak karşılık bulmamız gerekir.
Türkçe söz köklerinden işlek
eklerle yapılan yeni türetmelerle dilin söz varlığı
zenginleştirildiği gibi, aynı yolla dile kazandırılacak
terimlerle Türkçenin bilim dili olarak gelişmesine de katkıda
bulunabiliriz. Bu yapılmadığı takdirde yabancı
sözler, yabancı terimler dilimize girer. Dildeki gereksiz yabancı
ögelerin ayıklanması da ayrıca gereklidir.
Birer özenti alıntısı
niteliğinde olan "şov", "konsensüs",
"transformasyon", "efor" gibi gündelik kullandığımız
bu sözlerin Türkçe karşılıkları olmasına
rağmen kullanıyoruz. Öncelikle, bu özenti alıntılarının
ayıklanması gerekir ve dilimizi, kendi asli kelimeleriyle
kullanmaya özen göstermemiz gerekir. Üstelik, bu alıntı
sözler, dildeki birkaç sözün yerine kullanılmakta, dilde yoksullaşmaya
da meydan vermektedir.
Türkçede "değişim",
"dönüşüm", "kabuk değiştirme" gibi ince
anlam özelliklerine sahip sözlerimiz varken, bunların yerine
kullanılan "transformasyon" kelimesi dildeki yabancılaşmanın,
yani söz varlığında yoksullaştığımızın
bir kanıtıdır. Üstelik, bu sözü, kimileri "transformation",
kimileri de "transformasyon" diye kullanıyor. Hâlbuki
"değişim", "dönüşüm" diyebilir.
Türkçenin şu andaki en önemli
sorunu aslında, dildeki yabancı ögelerin arındırılmasıdır.
Her dilde yabancı kökenli söz vardır. Hiçbir dil, saf değildir.
Türkçe de pek çok dile söz vermiş, pek çok dilden söz almış
bir dildir. Türkçenin İngilizceye de verdiği sözler vardır.
Mesela, bunlardan en ilgi çekici olanını aktarayım:
Son zamanlarda, dilimize İngilizceden girdiğini sandığımız
"kiosk"tur. Bu söz, Türkçeden İngilizceye geçen
"köşk" sözünden türemiştir. İngilizler
"köşk" diyemiyor "kiosk" diyorlar. Ama, bunun
aslı bizim. Bizden de İngilizceye geçen kelimeler var.
Dildeki yabancı sözlerin bir
ölçüsü olmalıdır. Bu ölçü, dilin kimliğini bozacak
derecede olmamalıdır. Bir dil, gerek duyduğu sözlerin
karşılığı bulunamaması durumunda, yabancı
dillerden aynen veya ses değişikliğine uğratılarak
alınabilir. En kötüsü, dilin söz dizimi özelliklerinin yabancılaşması,
yabancı eklerin dile girmesi, dilin mantığına aykırı
kullanışların yaygınlaşmasıdır.
Türkçede çokluk eki "lar", "ler" varken, İngilizcedeki
çokluk eki olan "s" yani s'nin kullanılması, Türkçede
"nın", "nin" eki varken İngilizcede
"s" ekinin kullanılması, üzerinde dikkatle durulması
gereken bir konudur.
Geçenlerde İnternet'te gördüm.
Bir sayfada şöyle diyor:"Okuls" diyor, "okulları"
demiyor, "okuls." Ne demekse okuls? Yani, bu "s" ekinin
İngilizceden ne kadar böyle taklit edilerek kullanıldığının
bir göstergesi.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; dilimizi bekleyen tehlikeye gelince, üçüncü
bin yılın henüz başlarındayız. İnsanlığı
yeni bin yılda nelerin beklediği, geleceğin dünyasının
nasıl olacağı, bilimde hangi noktalara ulaşılacağı
gibi çeşitli konularda bilim adamları birtakım öngörülerde
bulunuyorlar. Bu öngörülerden biri de yeryüzündeki dillerle ilgili.
Yeni bin yılın daha ilk yüz yılı sona ermeden, yeryüzündeki
pek çok dilin yok olacağı öngörüsünde bulunuluyor. Tabii,
bu çok ürpertici bir tablo. Bir dilin yok olması demek, bir kültürün,
bir medeniyetin de ve bir ulusun da yok olması demektir. Dilini
kaybeden bir ulusun bireylerinde genlerin birkaç kuşak daha yaşayacağı,
ulusların biyolojik olarak varlıklarını sürdürebileceği
ileri sürülebilir.
Milleti oluşturan en önemli
öge dil olduğuna göre, dili yeryüzünden silinmiş bir milletin
varlığının da silinmiş olacağı bir
gerçektir. Geçmişte bu durumun çok örnekleri vardır. Ancak,
Türkçe için böyle bir tehlike söz konusu değildir. Türk milleti
diline sahip çıktıktan sonra karamsar olmaması gerekir.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Maraş,
bir dakika süre veriyorum, konuşmanızı tamamlayınız.
Buyurun.
MEHMET ATİLLA MARAŞ (Devamla)
- Teşekkür ederim, tamamlıyorum efendim.
Bu bilinç, bu şuur uyandıktan
sonra, Türkçemizin geleceği konusunda da artık endişeye
mahal kalmamalıdır.
Üçüncü bin yılda Türkçemizi
aydınlık günlerin beklediğine ben şahsen inanıyorum.
Evet, şiir okuyayım. Ülkemizde Türkçeyle ilgili tek resmî
kurum olan Türk Dil Kurumu, bunun yazım kılavuzları,
sözlükleri, dil bilgisi kitapları hazırlama görevi bu Kuruma
tevdi edilmiştir. Ancak, bu işi yapan başka kurum var dersek,
herkesin bir kenara çekilmesi, Türkçenin katledilmesine seyirci
kalmak demek olur.
Bu noktada, bir şairimizin
bir dörtlüğünü bari burada serdedeyim. Bir şairimiz dille
ilgili şöyle diyor:
"Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize,
İstanbul konuşması,
En saf, en ince bize."
Türkçe, bizim kimliğimizdir,
adımızdır, soyadımızdır, türkümüzdür,
şarkımızdır. Türkçe, bizim ses bayrağımızdır.
Bayrağımızı koruduğumuz gibi dilimizi de
koruyalım.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Maraş
MEHMET ATİLLA MARAŞ (Devamla)
- Efendim, bir cümle kaldı.
BAŞKAN - Buyurun efendim, buyurun.
MEHMET ATİLLA MARAŞ (Devamla)
- Yahya Kemal'i unuttum, o da "Türkçe, ağzımda anamın
sütüdür." diyor, burada onu da analım.
Bayrağımızı koruduğumuz
gibi dilimizi de korumalıyız. Bu bakımdan, dilimizdeki
bozulma ve yabancılaşmanın araştırılması,
sorunlarının tespit edilmesi ve çözüm önerilerinin ortaya
konması bakımından Meclis araştırma komisyonunun
kurulmasını ben de düşünüyor ve katılıyorum.
Yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim.
Saygıdeğer milletvekili
arkadaşlarım, son konuşmacı, önerge sahipleri
adına İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem.
Sayın Erdem, buyurun. (AK Parti
sıralarından alkışlar)
Süreniz on dakika.
EKREM ERDEM (İstanbul) - Sayın
Başkan, değerli milletvekilleri; Türkçede son yıllarda
artarak devam eden bozulma ve yabancılaşmanın nedenlerinin
araştırılmasıyla ilgili olarak görüşülmekte
olan araştırma önergesi üzerinde, önerge sahipleri adına
söz almış bulunuyorum. Sözlerime başlarken yüce heyetinizi
saygıyla selamlıyorum.
Milletleri millet yapan unsurların
başında gelen dil, birliğin ve bütünlüğün temel taşıdır.
Toplumlar, millet olmayı bir dile sahip olmakla elde ederler ve
millî varlıklarını ancak kendi dilleriyle koruyabilirler.
Millî kültürün de en önemli unsuru dildir. Millî kültürün doğması,
gelişmesi ve kuşaktan kuşağa aktarılması
dille olur. Dilini geliştirip zenginleştiremeyen, yabancı
dillerin istilalarından koruyamayan milletler, bir kültür
oluşturamadıkları gibi, var olan kültürlerini de koruyamazlar.
Günümüzde savaşlar, milletlerin
dilleri, dinleri ve kültürleri üzerinden yapılmaktadır.
Silah yoluyla yok edilemeyen milletler, dil istilalarıyla ortadan
kaldırılmaktadır. Bu yöntem, sonuçları itibarıyla,
silahlı işgallerden çok daha etkili ve kalıcı olmaktadır.
Tarihte büyük medeniyet kurmuş birçok millet, tarih sahnesinden
savaşlarla değil, dillerini kaybederek silinmişlerdir.
Anadolu'da önemli bir medeniyet olan Hititler ve İslamiyet'ten
önce batıya gelmiş olan Oğuzlar, Peçenekler ve Bulgarlar
dilleriyle beraber, Türklüklerini de kaybetmişlerdir.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Atatürk'ün, Türkçeyi yabancı dillerin şekil
ve kaidelerinin tesirinden kurtarmak, çağdaş medeniyet
seviyesine eriştirmek, günümüzün ilim, teknik, fen, edebiyat,
felsefe ve sanat gibi alanlardaki bütün bu kavramları ifade
edecek hâle getirerek yazı dili ile konuşma dilini birleştirmek
amacıyla başlattığı mücadele, sağlığında
hedefine ulaşmıştır. Ancak, Atatürk'ten sonra, dilde
yapılan sadeleştirmenin hududunun iyi çizilememesi, yeni
meydana getirilen kelimelerin dilin yapısına uygun olup
olmamasına dikkat edilmemesi, Türkçenin bünye ve gramerinin
göz önünde tutulmadan şekil, mana ve mefhum bakımlarından
hatalı pek çok kelimenin üretilmesi, dil meselesinin bir ilim
ve millî kültür meselesi olarak ele alınmasından daha çok,
politika ve ideolojilerin ön planda tutulması, sadeleştirmenin
tasfiyecilik hâlini almasına ve hem dilimizin fakirleşmesine
hem de onca mücadeleye rağmen konuşma dili ile yazı dili
arasında yeniden bir ayrılığın doğmasına
sebep olmuştur.
Bugün dilimizin iyi konuşulup
yazılamadığı, herkesin kabul ettiği bir gerçektir.
Türkçemiz, her gün biraz daha bozulmakta, kötü ve yanlış telaffuza,
cümle bozukluklarına, hemen herkesin konuşmasında
rastlanılmaktadır.
Dilimizle ilgili sıkıntılardan
biri, kavramlar ve terimler üzerindeki anlayış birliğinin
sağlanamamış olmasıdır. Bu durum, dilde kavram
kargaşasının ana sebebi olduğu gibi, millî birliğimize
de zarar verecek boyutta kamplaşma ve krizlere sebep olmaktadır.
Dilimizle ilgili meselelerden
birisi de, dilimizin değişmez esaslara bağlanmış
imla kurallarına sahip olmamasıdır. Telaffuzu yazıya
aynen aksetmeyen, imlası düzensiz, herkesin keyfine göre değişen
bozuk bir imla düzeniyle dil olmaz. Yazılışları
harf olarak aynı, ama söylenişleri ile manaları farklı
"adem-âdem", "alem-âlem", "kar-kâr" gibi kelimeleri
birbirinden ayırmak mümkün olamamaktadır.
Millet olarak dilimizle ilgili
sıkıntılardan birisi de yurt dışında göçmen
olarak bulunan vatandaşlarımızın karşı
karşıya kaldıkları dil sorunlarıdır. Önümüzdeki
dönemde onları bekleyen en büyük tehlike, ana dillerini kaybetme
tehlikesidir. Bu da hem Türkiye için hem de yabancı ülkelere
göç eden vatandaşlarımız için büyük kayıplara yol
açmaktadır.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Batı ile siyasi ve ekonomik ilişkilerin
gelişmesine bağlı olarak yabancı dil öğrenme
düşüncesi, zamanla yabancı dille eğitime dönüşerek
yaygınlaştı. Yabancı dille eğitim, birtakım
eğitim terimlerinin de dile girmesine neden olduğu gibi,
bilim, teknik, sanat konularında dilimizde karşılıkları
olan ya da kolaylıkla türetilecek kavramların yabancı
karşılıklarıyla öğrenilmesine ve yerleşmesine
yol açmaktadır.
Bugün konuşmalarımızda
"konsensüs", "poşet", "star",
"show" gibi pek çok kelimeyi Türkçelerinin yerine kullanıyor,
günlük konuşmalarımızda da "evet"in yerini
"yes"ler ve "okey"ler alırken, vedalaşmalarımızı
maalesef, "bye bye"larla yapıyoruz.
Son zamanlarda "eskici",
"derici", "neşe" gibi Türkçe veya Türkçeleşmiş
kelimeleri "eskidji", "derichi", "neshe"
şeklinde yabancı imla kurallarına göre yazıp okuyarak,
alfabemizi de bozduk. Biz, BBC'ye "bi bi si" diyoruz, ama, hiçbir
İngiliz TRT'ye "TRT" demiyor "ti ar ti" diyor.
Dilimize karşı kayıtsızlık
ve özenti maalesef iş adamlarımızı ve esnafımızı
da etkilediğinden, imal edilen mal ve ürünlerin isimlerinde, ticari
unvan ve adlarda yabancılaşma süratle artmaktadır.
Televizyon isimlerinden program adlarına kadar dilimizi
dışlamış durumdayız.
Bütün bu aksaklıkların
sebebi, yabancı dille eğitimin yanı sıra dilimizin
iyi öğretilememesi ve bir dil bilincinin geliştirilememesidir.
Gençlerimiz, kelime ve deyimleri yerli yerinde kullanamamakta,
özellikle de içinde uzun ses bulunan kelimeleri doğru söyleyememektedir.
Son derece kıt kelime dağarcığına sahip gençlerimizin
büyük bir bölümü, ne yazık ki birkaç yüz kelimeyle günlük konuşmaları
idare ediyorlar. Gençlerimiz, Türk dilinin güzellik ve zenginliğinden,
kendi dilinde düşünebilme zevk ve onurundan maalesef mahrum durumdadırlar.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; bugün, hiçbir dilin tamamıyla saf olmadığı
ve olamayacağı bütün ilim çevrelerince kabul edilen bir
gerçektir. İngilizler, dünyanın her yerinden kelime derleyerek
dünya üzerinde lisani bir hâkimiyet kurmuşlardır. Başka
dillerden kelime almak bir kusur değil, zenginliktir. Her dilde
mutlaka, ama mutlaka millî olması gereken iki unsur vardır:
Biri o dilin sesi, diğeri de o dilin mimarisi, gramer kaideleri
ve cümle yapılarıdır. Milletler, hem kendi hem başka
dilden aldıkları kelimeleri dilde kullanım birliği
oluşturmak, herkesin o sözcükleri aynı biçimde yazmasını,
onlardan aynı anlamı çıkarmasını sağlamak
amacıyla kendi dillerinin musikisine uydurarak kullandılar.
Böyle millî bir musiki içinde kullanılan kelimeler, kökleri ister
millî ister yabancı olsun, mutlaka millî kelimelerdir. İngilizlerin,
Fransızların ve Arapların yaptığı gibi
atalarımız da birçok yabancı kelimeyi alarak, onlara
kendi rengimizi vererek, Türkçenin sesiyle ve estetiğiyle
millîleştirmişlerdir. İtalya'nın "scala"sını
alarak "iskele" yaptıkları gibi.
Yeni ihtiyaçlar karşısında
Türkçe, kendi kelimelerini üretecek özelliğe sahip matematiksel
bir dildir. Türkçe, köke ardı ardına bitişebilen eklerle
sınırsız sayıda sözcük üretebilmesi gibi özellikleriyle
olağanüstü bir gelişme gücüne sahiptir. Bu eğilim yabancı
kökenli sözcüklerde de kendini göstermekte, "karar" gibi
Arapça kökenli bir ad, "kararlılık" ya da "kararlaştırılmışmış"
gibi çekiminde karşımıza çıkabilmektedir.
Türkçenin söz varlığını
zenginleştirebilmesine imkân sağlayan bir başka özelliği
de, "demir yolu", "cankurtaran", "kaptıkaçtı",
"gecekondu" gibi ayrı ayrı sözcükleri birleştirmek
yoluyla birleşik adlar oluşturmasıdır. Dilin matematiksel
yapısını, eklerin, köklerin özelliklerini bilen, birleşik
kelime mantığını çözen her insan, ihtiyaç hissettiği
sözcüğü birleştirerek futbolda "sağ
açık", "sağ iç", "sol iç", "sol
açık" gibi kelimeler üreten dil yapımızın bize
sunduğu imkânları kullanarak yeni kelimeler üretilebilir.
Türkçenin bir dünya dili olarak
yaygınlaşmasını istiyorsak, biz de dışarıda
İtalyan Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü, The British Council,
Alliance Française gibi Türk dilini ve kültürünü tanıtan,
öğreten Türkçe eğitim merkezleri, enstitüler, kültür merkezleri
açmak mecburiyetindeyiz. Ülkemize yönelik ön yargılardan ancak
bu çalışmalarla kurtulabileceğimiz gibi, ülkemizin
tanıtımını, kültürümüzün ve dilimizin yaygınlaşmasını
böylece sağlayabiliriz.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; benliğimiz ve birliğimizin temel unsuru
olan dilimizi koruyup geliştirmek için, başta eğitim
kurumlarımız olmak üzere, basınımızdan yazarlarımıza,
yöneticilerimizden vatandaşlarımıza kadar her kesime
önemli görevler düşmektedir.
Bir taraftan dilimizi yabancı
kelimelerin istilasından korumak için gerekli bütün tedbirleri
alırken, diğer taraftan da zenginleştirilmesine ve
yaygınlaştırılmasına katkıda bulunmak
bir görevdir. Bu, dili bize miras bırakan atalarımıza
karşı vefamız, gelecek nesillere karşı borcumuzdur.
Bu duygu ve bu düşüncelerle
hepinizi saygıyla selamlıyorum. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Erdem.
Sayın milletvekilleri, Meclis
araştırması önergesi üzerindeki ön görüşme tamamlanmıştır.
Şimdi, Meclis araştırması
açılıp açılmaması hususunu oylarınıza
sunacağım.
Meclis araştırması
açılmasını kabul edenler
Kabul etmeyenler
Kabul edilmiştir.
Meclis araştırmasını
yapacak komisyonun 14 üyeden kurulmasını oylarınıza
sunuyorum: Kabul edenler
Kabul etmeyenler
Kabul edilmiştir.
Komisyonun çalışma süresinin
başkan, başkan vekili, sözcü ve kâtip üyenin seçimi tarihinden
başlamak üzere üç ay olmasını oylarınıza sunuyorum:
Kabul edenler
Kabul etmeyenler
Kabul edilmiştir.
Komisyonun gerektiğinde Ankara
dışında da çalışabilmesi hususunu oylarınıza
sunuyorum: Kabul edenler
Kabul etmeyenler
Kabul edilmiştir.
Komisyon kurulmuştur. Milletimiz
için ve Türkçemiz için hayırlı olmasını diliyorum.
Saygıdeğer milletvekili
arkadaşlarım, kanun tasarı ve tekliflerini sırasıyla
görüşmek için, 14 Şubat 2007 Çarşamba günü, alınan
karar gereğince saat 14.00'te toplanmak üzere birleşimi kapatıyorum,
sizlere ve bizi izleyen vatandaşlarımıza hayırlı
geceler diliyorum.
Kapanma Saati:
22.11