TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ

                                                                                TUTANAK DERGİSİ

 

                                                                                                  1’inci Birleşim

                                                                                         1 Ekim 2011 Cumartesi

 

(Bu Tutanak Dergisi’nde yer alan ve kâtip üyeler tarafından okunmuş bulunan her tür belge ile konuşmacılar tarafından ifade edilmiş ve tırnak içinde belirtilmiş alıntı sözler aslına uygun olarak yazılmıştır.)

 

                                                                                               İÇİNDEKİLER

 

 

 

 

I.-  GELEN KÂĞITLAR

II.- OTURUM BAŞKANLARININ KONUŞMALARI

1.- TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in, yeni yasama yılının ülkemize, milletimize ve Türkiye Büyük Millet Meclisine hayırlı olmasını dileyen  konuşması

 III.- SÖYLEVLER

1.- Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, 24’üncü Dönem İkinci Yasama Yılını açış konuşması

IV.- ANT İÇME

1.- Milletvekillerinin ant içmesi

1 Ekim 2011 Cumartesi

BİRİNCİ OTURUM

Açılma Saati: 15.00

BAŞKAN: Cemil ÇİÇEK

KÂTİP ÜYELER: Muhammet Rıza YALÇINKAYA (Bartın), Mine LÖK BEYAZ (Diyarbakır)

------ 0 ------

BAŞKAN – Değerli milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 24’üncü Dönem İkinci Yasama Yılının 1’inci Birleşimini açıyorum.

Toplantı yeter sayısı vardır, gündeme geçiyoruz.

II.- OTURUM BAŞKANLARININ KONUŞMALARI

1.- TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in, yeni yasama yılının ülkemize, milletimize ve Türkiye Büyük Millet Meclisine hayırlı olmasını dileyen  konuşması

 

BAŞKAN – Değerli milletvekilleri, önce, yeni yasama yılının ülkemize, milletimize, hepimize hayırlı ve uğurlu olmasını, sağlıklı ve başarılarla dolu bir çalışma yılı olmasını temenni ediyorum.

Meclisimiz 24’üncü Dönemde milletimizin beklentilerini karşılamak, millî hedeflerimizi gerçekleştirmek ve ülkemizin huzur ve refahı için çalışacaktır. İnanıyorum ki, milletvekillerimiz, milletimizden aldığı temsil görevini en iyi şekilde yerine getireceklerdir. Milletvekillerimiz ve siyasi gruplar yapacakları çalışmalar ve gösterecekleri demokratik olgunlukla demokrasimizin gelişmesine katkı sağlayacaklardır. İş birliği ve diyalog kanallarının geliştirilmesi, uzlaşı zemininin ve kültürünün güçlendirilmesi demokrasimizi daha ileri noktalara taşıyacaktır.

Bu dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi yüzde 95’ler gibi büyük bir temsil oranına kavuşmuştur. Kadın milletvekili sayısının artması ise hepimizi sevindirmektedir. Bu tablonun çalışmalarımızda bize güç katacağı, verim ve başarımızı artıracağı inancını taşıyorum.

Sayın milletvekilleri, millî iradenin, halkın egemenliğinin tecelli ettiği yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi demokrasimizin ve kalkınmanın en büyük güç kaynağıdır. Türkiye yokluklar içerisinde var olma mücadelesi veren bir durumdan bugün dünyanın saygın ülkelerinden biri hâline gelmişse, bunda Meclisimizin payı çok büyüktür. Demokrasimizin kalbinin attığı bu kurum milletimizin ve ülkemizin her zaman önünü açan çareleri üretme başarısını göstermiştir, bugün de gösterecektir; bundan sonra da yüksek sorumluluk bilinciyle hareket ederek milletimizin umudu olmaya, ülkemizin sorunlarına, milletimizin menfaatleri doğrultusunda çözümler üretmeye devam edecektir.

Sayın milletvekilleri, yeni yasama yılında Meclisimizi bekleyen en önemli gündem maddelerinden birisi hiç şüphesiz yeni anayasa konusudur. Bilindiği üzere, 1982 Anayasası, günümüze kadar sayısız defa değişikliğe uğramış ancak bunca değişikliğe rağmen üzerindeki “darbe Anayasası” imajını atamamıştır. Bu imaj nedeniyle, yaşanan her sorun, haklı ya da haksız Anayasa’ya mal edilir olmuştur. Kaldı ki Anayasa’nın birçok toplumsal soruna kaynaklık ettiğini göz ardı etmek de mümkün değildir. Ülkemizde, toplumsal mutabakata dayalı yeni bir anayasa ihtiyacı ve bu ihtiyacın giderilmesi yönünde ciddi bir beklenti mevcuttur. Anayasanın, Türkiye Büyük Millet Meclisi, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, akademik camia gibi her kesimin özgür ve aktif katılımıyla gerçekleştirilmesi hususunda kamuoyunda bir uzlaşmadan söz etmek mümkündür. Nitekim, 12 Haziran 2011 tarihinde yapılan 24’üncü Dönem Milletvekili Genel Seçimlerine de birçok siyasi partimiz yeni bir anayasa vaadiyle girmiştir. Keza, uzun yıllardan beri çeşitli sivil toplum kuruluşlarının da yeni ve sivil bir anayasa konusunda yaptıkları sayısız çalışmalar mevcuttur.

Değerli milletvekilleri, yeni bir anayasa yapımı sadece ülkemizde değil, tüm dünyada zorlu bir süreç olmuştur. Anayasa yapımında izlenecek yöntemden metnin içeriğine kadar her konuda sorun yaşanması son derece doğaldır. Ancak hiçbir zorluk, gelişmiş demokratik toplumları, çağın gereklerine uygun, özgürlükleri güvence altına alan anayasaları yapmaktan vazgeçirmemiştir, bizi de vazgeçirmemelidir. Yeni bir anayasa yapımı için, toplumumuz yeterli demokratik uzlaşma kültürüne sahiptir, siyaset kurumu çözüm iradesini ortaya koyabilecek olgunluktadır, sivil toplum örgütleri gerekli katkıyı sağlayacak kapasitededir, akademik dünyamız anayasa yapımının teorik zemini açısından yetkinliğini fazlasıyla ispat etmiştir. Yazılı ve görsel medyada gerekli duyarlılığın oluştuğu gözlenebilmektedir.

Yapılacak anayasa ile ülkemizin kalkınmasına yeni bir ivme kazandırmak, Anayasa’dan kaynaklanan toplumsal gerginlikleri asgariye indirmek, Anayasa çerçevesinde yapılabilen ve hâlen de sürdürülen tartışmalara son vermek toplum ve Meclis olarak bizim elimizdedir. Kangren olmuş bu sorunumuzu, ülkemize karşı sorumluluğumuzun bir gereği olarak el birliğiyle çözeceğimize inanıyorum.

Bugüne kadar konuya anlayışla yaklaşan tüm parti gruplarımıza, siyasi partilerimize, sayın liderlerimize ve sivil toplum kuruluşlarına teşekkür ediyorum.

Değerli milletvekilleri, mevcut İç Tüzük ile etkin ve verimli bir şekilde yasama ve denetim faaliyeti yapıldığını söylemek zor. O nedenle, ümit ediyorum, yeni dönemde siyasi parti gruplarımızın katkılarıyla, Anayasa’yla eş zamanlı olarak veya ondan ayrı yeni bir İç Tüzük çalışması gündeme gelmelidir. Ayrıca, siyaset hukukunun yeniden tanzim ve inşası, Anayasa’dan kaynaklanan sorunlar, Anayasa’yla ilintili veya ondan ayrı, hukuki, siyasi, ekonomik ve sosyal içerikli yasal ve kurumsal düzenlemeler, daha pek çok sorun, iktidarın gündeme getirdiği ve getireceği yasa tasarıları, muhalefet partilerinin öncelik ve önem verdiği konular, sorunlar burada müzakere edilecek ve karara bağlanacaktır, bunlar yeni dönemin öncelikli konularıdır.

Değerli milletvekilleri, günümüzdeki en önemli sorunlardan birisi hiç şüphesiz, geçmişten beri halkımıza büyük acılar yaşatan terör sorunudur. Söyleyecek sözü olmayanlar şiddete başvururlar.

İnanmak istiyorum ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında görev yapacak olan bütün milletvekillerimiz şu hususta hemfikirdir: Terör bir insanlık suçudur, terör yoluyla ve terör yöntemleriyle sorunlara çözüm aramak çağ dışılıktır ve ilkelliktir. İnsan hayatına kasteden, kan döken, can alan, pusu kuran teröre ve terör şebekelerine karşı mutlaka güçlü bir irade sergilemeli ve bu iradeyi hiçbir zaman politik rekabete feda etmemeliyiz.

Hukuk alanını çiğnemeye kimsenin hakkı olamaz. Kimin, ne isteği, ne talebi varsa bunun en evvel konuşulacağı yer burasıdır. Hukuk içinde kalarak,

demokratik yol ve yöntemlerle sorunlara çözümü burada bulabiliriz. En doğru olan yol budur. Her şeyi burada konuşabiliriz, çözümleri de birlikte bulabiliriz. Bunu yaparken hepimize düşen bir sorumluluk var. Bu kürsüdeki ve bu çatı altındaki her kelime, her cümle bir yarayı kanatmayı değil, bir yaraya şifa olmayı esas almalıdır. Yanlışın eşiğinde olanı daha çok yanlışa sürüklemek ve onunla köprüleri atmak yerine, onu gerçeğin zeminine çekecek uzlaşma dilini bulmak durumundayız. Zaten zor olan da budur ve demokrat olmak bu zorluğu aşabilmektir. Meclis Başkanı olarak toplumsal barış ve huzuru koruma konusunda herkesi sağduyulu davranmaya davet ediyorum. Şunu da asla unutmamamız gerekmektedir: Demokrasi de, haklar da, özgürlükler de sadece yaşayan bireyler içindir.

Değerli milletvekilleri, bu duygu ve düşüncelerle 24’üncü Dönem İkinci Yasama Yılında iktidar ve muhalefet partilerine mensup milletvekillerimiz ve bağımsız milletvekillerimizin değerli katkılarıyla milletimiz tarafından minnet ve şükranla anılacak önemli çalışmalar yapılacağına, ülkemizin ve milletimizin menfaatleri doğrultusunda en iyi, en doğru çözümlerin hayata geçirileceğine yürekten inanıyorum. Ben de Meclis Başkanı olarak bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bu sürece katkı yapma gayreti içerisinde olacağım.

Sözlerimi bitirirken başta cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Meclisimize Başkanlık yapmış, üye olarak bulunmuş bütün devlet ve siyaset adamlarından ölenlerini rahmet ve minnetle anıyor, hayatta olanlara ve siz değerli milletvekillerimize, şehitlerimize ve gazilerimize minnet ve şükran duygularımla sağlıklı ve esenlikli bir yeni yıl diliyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)

Sayın milletvekilleri, Sayın Cumhurbaşkanımız yeni yasama yılının açılış konuşmasını yapmak üzere şu anda Genel Kurul salonunu teşrif etmektedirler. Kendilerine, Meclisimiz adına “Hoş geldiniz.” diyorum. (Ayakta alkışlar)

 

Şimdi İstiklal Marşı’mız okunacaktır:

(İstiklal Marşı)

BAŞKAN – Buyurun Sayın Cumhurbaşkanım.

III.- SÖYLEVLER

1.- Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, 24’üncü Dönem İkinci Yasama Yılını açış konuşması

 

CUMHURBAŞKANI ABDULLAH GÜL – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye Büyük Millet Meclisinin 24’üncü Dönem İkinci Yasama Yılının açılışı vesilesiyle, siz değerli milletvekillerimizi en kalbî duygularımla selamlıyorum.

12 Haziran 2011 seçimlerinde ilk kez veya yeniden seçilen tüm değerli milletvekillerimizi tebrik ediyor, yeni yasama yılının ülkemiz ve milletimiz için hayırlı ve verimli olmasını temenni ediyorum.

Bugüne kadar Mecliste Cumhurbaşkanı olarak yaptığım bütün konuşmalarda Türkiye Büyük Millet Meclisinin anlam ve önemi üzerinde durdum.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin temsil ettiği değerlerin hatırlatılması, hem demokrasimizin niteliklerinin korunması yolunda bugüne kadar sergilenen çabalara sahip çıkmamızı hem de Meclisin önünde duran sorunlara büyük bir öz güvenle yaklaşılmasını sağlayacaktır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; burada çatısı altında bulunduğumuz Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin kayıtsız şartsız hâkimiyetini temsil eden en kudretli kurumdur. Meşruiyetini milletimizden alan, onun adına diğer kurumlara meşruiyet veren mercidir. Millet olarak kurtuluşumuzun karargâhı, devlet olarak kuruluşumuzun kaynağıdır. Demokrasimizin ocağı, istiklal ve egemenliğimizin nihai teminatıdır. Halkımızın hak, hukuk, özgürlük, adalet, refaha ilişkin talep ve özlemlerinin dile geldiği, yerine getirildiği yüce makamdır. Milletimizin ortak hafızası ve vicdanının tecessüm ettiği çatıdır. Ülkemizi muasır medeniyet düzeyine ve ilerisine taşıyacak irade ve azmin müşahhas ifadesidir. Milletimizin birlik ve beraberliğinin timsali, halkımızın geleceğe yönelik ülkü ve özlemlerinin tezahür ettiği kurumdur. Tüm bu nedenlerle mesuliyeti çok ağır ancak o denli de şerefli bir müessesedir.

Sayın Başkan, bir demokrasi şöleni ikliminde gerçekleştirilen 12 Haziran seçimleri, halkımızın tercih ve özlemlerini güçlü bir şekilde yansıtan bir tablo ortaya koymuştur. Seçim sonuçlarının, hiçbir tereddüde yer bırakmaksızın, muazzam bir başarıyla birkaç saat içinde alınması takdire şayandır.

Geçen yıl Meclisin açılışında bu kürsüden yaptığım konuşmada demokrasimizin hem temsilî hem de katılımcı yönüyle birlikte işlemesinin gerektiğine işaret etmiştim. Halkımız, 12 Haziran seçimlerinde yüksek katılım oranıyla siyaset kurumunu onurlandırmış, siyasetin tüm renk ve eğilimlerinin büyük ölçüde Mecliste temsil edilmesini sağlamıştır. Yüce Meclise istisnasız bütün sorunların üzerine cesur bir şekilde gitme gücü vermiştir.

Cumhurbaşkanı olarak benim görevim, halkımızın verdiği her bir oyun gereğinin yerine getirilmesi çağrısında bulunmaktır. Parlamenter demokrasilerde talep ve itirazın yeri Meclistir. Yüce Meclise geldikten sonra, şüphesiz her siyasi parti, her siyasi çizgi ve her milletvekili, ortak geleceğimiz, sorunlarımız ve umutlarımız adına kendi tezlerini ortaya koyacaktır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 13 Haziran 2011 sabahı itibarıyla Türkiye'nin en önemli gündem maddesi, yeni bir anayasanın hazırlanmasıdır.

İstisnasız tüm kesimler, yeni bir anayasa yapma iradesi ve düşüncesini taşıyor, çünkü herkes, yürürlükteki Anayasa’nın ihtiyaçlarımıza cevap vermemesinden, Türkiye'nin demokratik olgunluk ve çeşitliliğini kısıtlamaya çalışmasından, Türkiye'nin zenginliklerini yok saymasından rahatsızdır. Bu nedenle, temsil gücü ve meşruiyeti yüksek, sorumluluğu ağır bu Meclisten halkımızın beklentileri de aynı ölçüde büyüktür.

Aziz milletimiz, siz değerli milletvekillerimize uzun süredir özlemini duyduğu, 1921 ve 1924 anayasalarından beri ilk defa millet iradesine dayanan bir anayasa yapma mesuliyetini ve şerefini tevdi etmiştir. Bu şerefli vazifeyi ifa ederken büyük bir sorumluluk ve öz güven içinde hareket etmelisiniz. Zira bu süreç, korku, endişe, tahammülsüzlük ve kısır kavgalarla tekemmül ettirilebilecek bir süreç değildir.

Yeni anayasa süreciyle ilgili olarak, bugün, öz güven duymak için gerçekten çok sağlam sebeplerimiz de vardır. Her şeyden önce, iki yüz yılı aşkın bir nayasa süreci tecrübemiz mevcut. 1808 yılında Senedi İttifak’la başlayan, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Kanuni Esasi, Birinci ve İkinci Meşrutiyet ile devam eden, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarına uzanan deneyimlerimiz milletimize köklü bir hafıza ve müspet ya da menfi tecrübeler sunmaktadır. Bu hafıza ve tecrübeler milletimizi önümüzdeki yüzyıla taşıyacak yeni anayasaya da ışık tutacaktır.

Millet olarak, bu engin tecrübenin ışığında asgari müştereklerimizin ve temel değerlerimizin neler olduğu hakkında güçlü bir mutabakata sahibiz.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yüce Meclisimiz, Kurtuluş Savaşı’mızın yapıldığı en zor şartlar altında dahi sivil bir anayasa yapmaya muktedir olmuş bir meclistir.

Bizzat Gazi Mustafa Kemal’in riyaset ettiği Meclisimizin hazırladığı 1921 ve 1924 anayasalarımızdan sonra yapılan tüm anayasalar, maalesef demokrasimizin, dolayısıyla millî iradenin askıya alındığı ara dönemlerin ürünüdür.

Böyle bir dönemin ürünü olan ve hâlen yürürlükte olan 1982 Anayasası da, son yıllarda yapılan çok kapsamlı reformlara rağmen, iç sistematiğini yitirmiş, artık milletimizin ulaştığı demokratik ve ekonomik seviye nazarı itibarıyla dar gelmeye başlamıştır.

Millet olarak, 70 milyonu aşan dinamik nüfusumuzla, yaklaşık on yıl sonra cumhuriyetimizin 100’üncü yılını, yaklaşık yarım asır sonra da bu topraklara kök salışımızın bininci yılını idrak edeceğiz.

Bu nedenle, ülke olarak, millet olarak daha parlak bir geleceğe umutla bakmamız çok tabiidir. Dolayısıyla, yeni anayasa sürecini bazı usul ve üslup hatalarına kurban etmeden, itidal, öz güven ve kararlılıkla yürütmeliyiz.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu öz güvenle hazırlanacak yeni anayasada vizyon ve yazım olmak üzere iki husus çok önemlidir.

Anayasalarımız bugüne kadar, özgürlükler konusunda şüpheci ve katı, sınırlamalar konusunda geniş ve esnek bir dil benimsemiştir. Her türlü özgürlük, çerçevesi belli olmayan, her anlama çekilebilecek sınırlamalara tabi olmuştur. Bugün yapılması gereken ise tam tersidir.

Yeni anayasamız esnek ve özgürlükçü bir karaktere sahip olmalıdır. Anayasalar üzerinden milletin farklı siyasi çizgilerini zapturapt altına alma, devlet ve millet arasında bir gerginlik oluşturma anlayışından uzak durulmalıdır.

Bununla birlikte, esneklik, kuralsızlık da değildir. Çağdaş gelişmelere cevap veren, yeni toplumsal dinamikleri kapsayan ve kapsayabilmeye açık bir esneklikten bahsediyorum. Esneklik, temel ilke ve hassasiyetlerin aşındırılması da demek değildir; tam tersine, temel ilke ve hassasiyetlerin zamana karşı dirençli hâle gelmesi için zorunlu bir özelliktir.

1982 Anayasası’nın temel sorunu, toplumun ve toplumsal dinamiklerin gerisinde kalması, hatta toplumsal dinamikleri bir sorun saymasıdır. Yeni anayasa bunun tam aksine, toplumsal dinamiklerden yararlanmalı ve özgürlükçü bir zihniyetle hazırlanmalıdır.

Bu anlayışla, yeni anayasa:

Fazla detaya girmeyen, temel ilkeleri güçlü bir şekilde belirleyen ancak detayları kanunlara bırakan, esnek ve ilerlemeye izin veren bir nitelikte tanzim edilmelidir. Bu süreçte en önemli ölçümüz evrensel standartlar olmalıdır.

Temel hak ve hürriyetleri herkes için, her yönüyle eşit vatandaşlık temelinde güçlendiren ve teminat altına alan bir anayasa olmalıdır. Toplumun her kesiminin bu ülkede “kendisi olarak” yaşama hakkı anayasal güvenceler altında itina ile muhafaza edilmelidir. Bunu sağlamanın yolu özgürlükçü bir anlayışla milletimizin her bir ferdine, siyasi görüşü, meşrebi ve kökeni ne olursa olsun, güvenen bir vizyonla hareket etmektir.

Bütün bu iki yüz yıllık çabalarımızın kazanımlarını pekiştiren, hepimizin üzerinde mutabık olduğu demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan cumhuriyetimizin temel ilkelerinden taviz vermeyen bir anayasa olmalıdır.

Bir yandan devletin bekası konusunda her türlü tedbiri alırken diğer yandan devletin, milletin hizmetinde olduğunu unutmayan bir anayasa olmalıdır. Bu bağlamda, vesayeti örtülü bir şekilde başka organlar aracılığıyla sağlamak yerine, çağdaş demokrasilerde olduğu gibi açık bir şekilde halka tevdi eden bir anlayışı hâkim kılmalıdır.

Sadece “hesap soran” değil, aynı zamanda “hesap veren bir devlet” anlayışını yansıtmalıdır. Bu itibarla, çağdaş demokrasilerin şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi en önemli vasıflarını ruhunda ve lafzında içeren bir anayasa olmalıdır.

Demokrasinin tüm kurum ve gelenekleriyle ilerlemesine izin verecek fren ve denge sistemlerini içinde barındırmalıdır. Bu meyanda, güçler ayrılığı, yargı erkinin bağımsızlığı, basın ve ifade özgürlüğü ilkelerine özellikle dikkat çekmek istiyorum.

Netice olarak yeni anayasamız, Türk demokrasisini kurumsallaştıracak tüm hasletleri içinde barındırmalıdır. Zira, kurumsallaşmış bir demokrasi, dönemlerden, kişilerden, iktidarlardan bağımsız, sürekli, sürdürülebilir ve tutarlı bir demokrasi demektir.

Kurumsallaşmış bir demokrasi, konjonktürel akımlardan etkilenmeden, vatandaşlarına demokratik hukuk devletinin icaplarını, her zaman ve her şartta sağlayabilen bir demokrasi demektir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yeni anayasanın yapılmasında normlar kadar anayasanın yapılma süreci de önemlidir çünkü esas kadar usul de mühimdir. Yeni anayasanın iyi hesaplanmış ve sorunları çözmeyi esas alan bir usulle yapılması elzemdir. Bu meyanda, Sayın Meclis Başkanının bilim adamlarıyla başlattığı ve tüm partilerin ortak bir anlayışta buluşmasını hedefleyen çalışmaları memnuniyet ve ümit vericidir.

Yeni anayasa, hiçbir özel fikrin, partinin, ideolojinin ve doktrinin mührünü taşımamalıdır. Anayasanın taşıması gereken tek mühür, milletimizin mührü olmalıdır.

Bu bakımdan, sadece yüce Mecliste temsil edilen partilerin değil, diğer siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin ve meslek kuruluşlarının da bu tartışma sürecine katılıyor olmasını son derece faydalı buluyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; tarih, temel hak ve özgürlükleri genişleten, hesap verebilir yönetimlere sahip olan ve hukukun üstünlüğünü tesis eden devletlerin ve rejimlerin daima güçlendiğini göstermektedir.

Kısaca “demokrasi” olarak ifade ettiğimiz bu değerler manzumesi, bir ülkenin istikrarının, refah ve güvenliğinin en temel teminatıdır. Ayrıca, bölgesel ve uluslararası barışın da güvencesidir.

İç barışımızı pekiştirmenin en etkili yolu da ülkemizi her açıdan birinci sınıf bir demokrasi hâline dönüştürmektir.

Demokrasiyi tüm kurum, teamül ve müktesebatıyla benimsediğimiz vakit, ülkemizde gerçek sulh ve huzuru yakalayabiliriz.

Demokrasinin en temel ve vazgeçilmez ilkelerinden biri de hiç şüphesiz, hukukun üstünlüğüdür. Ancak hukuk, siyasi üstünlük mücadelesinin bir aracı da değildir. Hukuk yoluyla siyasi üstünlük sağlamanın, topluma şekil vermenin ve insanları belli bir kalıba sokmanın mümkün olmadığı defalarca görülmüştür.

Hukukun, insan hayatını ve onurunu el üstünde tutan bir özelliği olmalıdır. Haksızlık ve adaletsizlik hukuk kılıfına sarılmamalıdır. Hukuk “adalet” ilkesini gözetmelidir. “Hukuk devleti” ilkesinin ve “hukukun üstünlüğü” idealinin de nihai hedefi, esasen, adalet talebinin karşılanmasıdır.

Adalet talebinin karşılanması, devletin bütün organlarının, bu organları oluşturan kurumların ve bu kurumlarda görev yapanların tamamının ortak sorumluluğudur.

“Hukukun üstünlüğü” temelinde görev yapan, insan onurunun korunmasını ve adaletin gereği gibi sağlanmasını hedefleyen, bağımsız ve tarafsız bir yargı sistemi, demokrasinin ve hukuk devletinin vazgeçilmez şartlarından biridir.

Yargı mercileri, haksızlığa uğradığını düşünenlerin son umut kapısıdır. Hukuka sığınanların umutlarının yıkılması, devlete duyulan güveni de sarsar.

Yargının adaletli davranmadığı yönünde yaygın bir kanaat oluşursa toplum vicdanında kapanması zor yaralar açılır ve güven duygusu kaybolur.

Bu sebeple, yargı mercilerinin de fonksiyonlarını yerine getirirken azami özen göstermesi beklenmektedir. Şahsi duygular ve tercihler, siyasi ve felsefi görüşler yargı kararlarını etkilememeli ve adaletsiz sonuçlara yol açmamalıdır.

Öte yandan, mahkemelerimizin önünde aşırı iş yükü ve personel eksikliği nedeniyle zamanında sonuçlandırılamayan çok sayıda dosya bulunmaktadır. Tutuklulukların fiilî cezaya dönüşmesine ve adaletin tecelli etmesinin gecikmesine sebep olan en önemli hususlardan biri de budur. Söz konusu durum, yargının etkinliğine de gölge düşürmektedir. Dolayısıyla, bu sorunların el birliği içinde süratle çözümlenmesi, temel önceliğimiz olmalıdır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; güvenlik ve demokrasi arasındaki bağ, hepimizin hassasiyetle tahlil etmesi gereken bir husustur. Günümüzde, demokrasi olmadan güvenlik, güvenlik olmadan da gerçek bir demokrasiden bahsedilemez.

Bu nedenle, demokrasi, terörle mücadele etmenin hem en etkili yolu hem de kıskançlıkla korumak için en fazla fedakârlık yapmamız gereken değerimizdir.

Son dönemlerde artan terör eylemleri, sadece güvenlik güçlerimize, masum vatandaşlarımıza, millî birlik ve bütünlüğümüze değil, demokrasimize de kastetmektedir.

Bu nedenle terörle mücadele aynı zamanda demokrasimizi koruma ve ilerletme mücadelesidir.

Tüm milletimize şu mesajı açıkça vermek isterim: Devletin birliği ve bölünmez bütünlüğü, temel siyasi perspektifimiz ve tartışmaya açık olmayan ilkemizdir. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Terörün hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Hiçbir şekilde, devletin bütünlüğüne ve milletin varlığına dönük saldırılar, bir hak arayışı olarak sunulamaz. Terör, zerre kadar müsamaha gösterilemeyecek, yok edilmesi gereken bir beladır. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Terör  hiçbir davaya hizmet etmez ve edemez. Tam tersine bir dava teröre bulaştığı anda, ne söylerse söylesin onunla mücadele etmenin yolu da bellidir. Terör iklimini yaymaya çalışanlar, teröre karşı net tutum takınmayanlar, en büyük zararı kendilerine verirler. Bu nedenle ülkemiz, terörle mücadeleyi en etkin yollarla ve tereddütsüz sürdürecektir.

Son dönemde, bölücü terör örgütünün aralarında kadınların ve bebeklerin de bulunduğu masum insanları hedef alan saldırıları, insanlık adına utanç verici cinayetlerdir. Söz konusu saldırılar, vicdanları derinden yaralamakta ve tahammül sınırlarını zorlamaktadır. Bu nedenle, şehirlerin merkezinde hiçbir ayrım gözetmeden kalabalıkları hedef alan teröristleri, fikri, zikri, partisi ne olursa olsun, herkesin şiddetle telin etmesi, en azından insanlığa karşı bir namus borcudur. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Bu süreçte devletin tüm kurumları ve siyasetin tüm eğilimleri ortak bir hassasiyetle hareket etmek zorundadır. Devlete düşen görev, terörle mücadele için gereken adımları atmak, hukuk kuralları dâhilinde bütün metotları kendi prensipleri içinde uygulamaktır.

Dolayısıyla devletimize sahip çıkmak, devletimizi köşeye sıkıştırmaya veya zafiyete düşürmeye çalışan tertipleri bertaraf etmek hepimizin vazifesidir.

Bu vesileyle, vatan ve millet uğruna canlarını feda eden tüm şehitlerimizi rahmet, minnet ve hürmetle anıyor, gazilerimize de şükranlarımı sunuyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; terörle mücadelede, taleplerini şiddete başvurmadan demokratik sistem içinde dile getiren vatandaşlarımızı, teröre destek veren, terörü yücelten kesimlerden ayırmak büyük önem taşımaktadır.

Devletimizin şefkat ve hukuk çerçevesinde suçsuzlara zarar vermeden mücadele etme özeni ile milletimizin basireti ve metanetini bir zafiyet olarak görenler yanılmaktadır. Teröristler bu politikamızı böyle algıladıkları müddetçe terörle mücadelemizdeki kararlılık devam edecek ve onlar da sonuçlarına katlanacaklardır.

Kan ve şiddetle hak alma arayışında olanlar, atılan demokratik adımların terör sayesinde elde edildiğini zannedenler, tarihî bir yanılgı içindedirler. Zira, şu da iyi bilinmelidir ki, terör olmasaydı, demokratik standartlarda da, ekonomik gelişmişlikte de çok daha ileride bir Türkiye’de yaşıyor olacaktık.

Değerli milletvekilleri, diğer yandan, uzun yılların ihmalinin bir sonucu olan demokratik eksikliklerimizden neşet eden Kürt sorununu, ortak değerlerimize ve devletimize sahip çıkan bir anlayışla, yine demokrasi içinde çözebiliriz.

Çare, ideolojik ve etnik odaklı bir siyasi dil ile çatallaşmaya gitmeden, demokratik gelişim yolunda adımlar atmaktır.

Bu bakımdan Meclisin açılış gününde, tüm siyasi partilere karşılıklı birbirlerini anlamaya, uzlaşmaya ve itidal tavsiye etmeyi bir borç biliyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bir ülkede istikrar, başarı ve halkın mutluluğunun en önemli göstergesi, o ülkenin ekonomik performansıdır. Bu anlayışla, gerek Türk ekonomisi, gerekse uluslararası ekonomiyle ilgili görüşlerimi de sizlerle paylaşmak istiyorum.

On beş yıldır gümrük birliğinin içinde olan ve dünya ekonomisiyle bütünleşen Türk ekonomisi, tabii ki uluslararası piyasalarda olup bitenlerden etkilenecektir.

Herkesin bildiği gibi 2007 Ağustos ayında başlayan küresel kriz henüz son bulmamışken, dünya ekonomisi bugün yeni bir krizle karşı karşıya bulunmaktadır.

2009 yılı sonlarında başlayan ve 2010 yılı boyunca devam eden toparlanma, maalesef 2011 Mayıs ayından itibaren duraksamış ve ülkeleri tekrar bir daralma sürecine sokmuştur.

Amerika Birleşik Devletleri ve euro bölgesinin karşı karşıya kaldığı yüksek borç yükü ve büyük bütçe açıklarından kaynaklanan kamu maliyesi sorunları ve bu sorunların çözümüne yönelik siyasi karar almadaki yetersizlikler, söz konusu ülkelerin sorunlarını ağırlaştırmıştır.

Bu süreçte özel borçlar kamu borcuna dönüşmüş ve devletin borç yükü sürdürülemez seviyelere gelmiştir. Önceki krizde kamu kesimi, özel kesim şirketlerini kurtarıyordu. Şimdi devletler kurtarılmaya muhtaç hâle gelmişlerdir.

Neticede, yeni bir küresel kriz beklentisi gerek tüketicilerin gerekse üretici ve yatırımcıların kararlarını menfi yönde etkilemektedir.

Hâlihazırda ortaya çıkan bu “ekonomik dehşet dengesi”nin bir anda küresel krize dönüşmemesi için, uluslararası camianın elindeki en iyi mekanizma olan G-20 platformunun daha etkin bir şekilde çalıştırılması elzemdir.

Küresel ekonomik gelişmeleri ülkemiz ekonomisi açısından değerlendirdiğimde ise şu tabloyu görüyorum:

Her şeyden önce, hâlen devam eden küresel kriz ve önlenmeye çalışılan ikinci ekonomik daralma dalgası, bizim gibi yükselen piyasa ekonomilerinin krizi değildir. Bu krizler gelişmiş ülkelerin neden olduğu krizlerdir.

Söz konusu küresel krizlere rağmen, Türk ekonomisi sağlam makro temeller üzerine oturmaktadır. Bugün, kamu maliyesi daha güçlü, borç dinamikleri sürdürülebilir, bankacılık sistemi sağlam, kredi piyasaları işlevsel ve parasal aktarım mekanizmaları çalışan bir ekonomimiz var.

Son yıllarda bir miktar artış olsa da hane halkı borçluluk oranımız diğer ülkelere nazaran hâlâ düşüktür. Öte yandan, tasarruf eğilimimizin düşük olması bizim için bir zafiyet oluşturmaktadır.

Bununla birlikte, çoğu ülkelerin çok düşük büyüdüğü, bazı ülkelerin hiç büyümediği bir küresel ortamda Türk ekonomisi 2010 yılında yüzde 9, 2011 yılının ilk yarısında ise yüzde 10,2 oranında büyümüştür. Bu büyüme, istihdam yaratan bir büyüme olmuştur.

Pek çok gelişmiş piyasa ekonomisinin notlarının düşürüldüğü bir dönemde, ülkemizin kredi notunun 2009’dan beri 3 kez artırılması takdire şayan bir başarıdır. Bunda katkısı bulunan tüm yetkilileri ve çalışkan halkımızı yürekten kutluyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Ancak, daha önce bahsettiğim nedenlerle dışa açık bir ekonomide her zaman dikkatli olmak, bir rahatlama ve gevşeme duygusuna kapılmadan, küresel şartlardaki değişim trendlerini yakından izlemek şarttır.

Bu meyanda, başta Hükûmet olmak üzere ekonomi yönetimimizin esasen bu yönde gereken parasal ve mali kararları vakitlice aldığını ve almaya da devam ettiğini memnuniyetle görüyorum. Söz konusu kritik süreçte ekonomiyle ilgili tüm birimlerin kendi aralarında sağladıkları koordinasyon ve iş birliğini de takdirle karşılıyorum.

Türk ekonomisinin bugün dünyanın 16’ncı, Avrupa’nın 6’ncı en büyük ekonomisi olmasından elbette gurur duyuyoruz. Bununla birlikte, sadece kişi başına millî gelir bakımından gelişmiş ülkelerle aramızdaki gelir farkını kapatmak için değil, aynı zamanda bölgesel dengesizlikleri gidermek ve gelir dağılımındaki adaleti sağlamak için de çok çalışmamız gerekmektedir.

Yapılan ekonometrik analizler, cumhuriyetimizin 100’üncü kuruluş yılı olan 2023 yılına kadar kesintisiz sürdürülebilir yüzde 10’luk bir büyüme hızının, fert başına düşen millî gelirimizi Avrupa Birliğinin bugünkü ortalamasının ancak yüzde 80’i seviyesine taşıyacağını göstermektedir.

Söz konusu hedeflere ulaşmak için gerçekleştirmek zorunda kaldığımız yüksek büyüme oranları, maalesef kronik cari açık sorunları ve risklerini oluşturmaktadır.

Bugüne kadar cari açıkla ilgili sorunlarımıza çoğu kez döviz kuruyla çare aradık. Tabii ki döviz kuru bir ekonominin rekabet gücünü belirleyen önemli makro değişkenlerden birisidir, dolayısıyla karar alıcılar tarafından göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak, döviz kuruyla ilgili tartışmalar yapısal sorunların ötelenmesine ve çözümlerin geciktirilmesine neden olmamalıdır. Son büyüme ve cari açık rakamları, ülkemizin cari açık sorununun önemli bir bölümünün yapısal olduğuna işaret etmektedir.

Ülkemiz nihai ürün üretimi bazında son yıllarda önemli başarılar elde etmiştir. Başta makine ve teçhizat olmak üzere, beyaz eşyada ve bazı endüstri dallarında ortaya konulan performans bunun kanıtıdır. Ancak, uluslararası piyasalarda talep edilen bu kaliteli ürünleri üretmek için ülkemizde yeterince kaliteli ara malı ve ham madde üretemiyoruz.

Değerli milletvekilleri, bu noktada özellikle bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum: Ekonomi Bakanlığımızın 2009 yılında yaptığı bir çalışmaya göre, imalat sanayimizin ithalata bağımlılığı yüzde 82 civarındadır, ihracatımızın ithalata bağımlılığı da bir o kadar yüksektir. Yani, 1 dolarlık ihracat yapabilmemiz için 82 sentlik ithalat yapmak durumundayız. Bu, hepimizi rahatsız etmesi gereken ciddi bir yapısal sorundur.

Dolayısıyla, yüksek cari açık vermeden hızlı büyümeyi gerçekleştirmenin yollarını bulmalıyız. Geçtiğimiz dokuz on yıl, ekonomimizin bozulan makroekonomik temellerinin onarım yılları oldu.

Önümüzdeki dönemde ise bu olumlu ekonomik tablonun sağladığı altyapı ve öz güvenle yüksek oranlı büyümeyi gerçekleştirebilmek için bütün gayretlerimizi toplam faktör verimliliğini artıracak reformlara yoğunlaştırmalıyız.

Gümrük Birliği ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan yükümlülüklerimizi de akılda tutarak çok tükettiğimiz ancak bir kısmını kısmen ürettiğimiz bir kısmını da hiç ürettiğimiz ham madde ve ara mallarının yurt içinde üretilmesi imkânlarını muhakkak sağlamalıyız.

Kalkınma süreçlerini ülkemizle mukayese edebileceğimiz bazı ülkelerin kendi markalarını oluşturduğu 60’lı, 70’li ve nihayet 90’lı yıllarda, siyasi ve sosyal istikrarsızlıklar nedeniyle yapamadıklarımızı geç de olsa telafi etmek zorundayız. Bu çerçevede, teşvik sistemimizi rasyonel bir şekilde gözden geçirerek enerji, ham madde, ara malı ve ileri teknoloji ürünleri bakımından dışa bağımlılığımızı azaltmak mecburiyetindeyiz.

Değerli milletvekilleri, unutmayalım ki dinamik bir nüfusa, stratejik bir coğrafyaya ve köklü bir tarihe sahip ülkemizin bir yandan millî çıkarlarını koruması, diğer yandan bölgesinde istikrar ve barış unsuru olması için sürdürülebilir ve sağlam temellere dayalı bir ekonomisinin bulunması şarttır. Bu anlayışla, son on yılda, yüksek enflasyon, bozuk kamu maliyesi ve yüksek faiz sarmalından nasıl kurtulduysak, uygulamaya konulacak yapısal değişimlerle bu sefer yüksek büyüme oranlarını düşük cari açıklarla sağlayabileceğimize olan inancım da tamdır.

Diğer taraftan, muhtelif konuşmalarımda kamuoyunun dikkatini çektiğim üzere, ülkemizin vakit geçirmeden bir bilgi ekonomisi hâline dönüşmesi de elzemdir. Bu doğrultuda, bilim, teknoloji, eğitim, araştırma, geliştirme ve inovasyon alanında devlet-üniversite-özel sektör iş birliğinin artırılması kilit rol oynamaktadır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 21’inci yüzyılın güç dengelerine göre rekabet edebilmek için ülkemizi bir bilgi toplumu ve ekonomisi hâline dönüştürmekten başka çaremiz yoktur. Bunun da yolu eğitimden geçer. Eğitimin temelini ise öğretmenler oluşturur. Hepimiz şahit olmuşuzdur ki iyi yetişmiş, fedakâr, vizyon sahibi bir öğretmen tüm öğrencilerinin istikbalini değiştirebilir. Bu nedenle, başta nitelikli öğretmen yetiştirilmesi olmak üzere eğitimle ilgili tüm sorunların çözümüne gerekli enerji ve kaynağı teksif etmek bir milletin yapabileceği en iyi yatırımdır.

Diğer yandan, sağlıklı bir toplum ve ekonominin ancak kadınların siyaset dâhil beşerî hayatın tüm alanlarına etkin bir şekilde katılımıyla mümkün olacağı da aşikârdır. Bu vesileyle, 12 Haziran seçimleri neticesinde Meclisteki kadın milletvekillerimizin sayısının kayda değer bir şekilde artmasından duyduğum memnuniyeti ifade etmek istiyorum. Yeni yasama yılında, kadın milletvekillerimizin de büyük katkısıyla, kadına yönelik şiddet ve kızlarımızın eğitim sorunu gibi meselelerin çözülerek ülkemizin gündeminden çıkarılmasını temenni ediyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; dış politika bakımından son derece hareketli ve tarihî bir dönemden geçmekteyiz. Geçen yıldan bu yana Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da önümüzdeki on yıllara damgasını vuracak tarihî bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanmaktadır.

Pek çok vesileyle ifade ettiğim gibi, Avrupa’daki 1848 ve 1989 devrimlerini çağrıştıran bu demokrasi dalgası, artık geri çevrilemez bir nitelik arz etmektedir.

Bölgedeki değişim ihtiyacına, 2003 yılında Tahran’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda yaptığım konuşmada dikkat çekmiştim.

O gün, meslektaşlarıma, mevcut yönetimlerin, bölge halklarının meşru taleplerine cevap vermekte yetersiz kaldığını ifade etmiş; bu şartlar altında halkın tepkisinin veya dış müdahalenin önüne geçmek için herkesin kendi evini düzene koyması ve samimi reformlar yapması gerektiğini anlatmıştım.

Yıllarca baskı, korku, işgal, yoksulluk ve yolsuzluğun kıskacında acı çeken bölge halkları, nihayet geleceklerini kendi ellerine almaya ve tarihi yakalamaya karar vermişlerdir. Bu mücadele, özgürlük ve adalet kadar, millî onur ve öz güvenin de yeniden kazanılması mücadelesidir.

Bölge halkları, yaşadıkları tarihî dönüşüm sürecinin başarıya ulaşması için bir ilham kaynağı olarak gördükleri Türkiye’yi yakından takip etmektedirler.

Dost ve kardeş bölge halklarının bu tarihî ve şerefli mücadelesinde, Türk milletinin yanlarında olduğunu bu kürsüden bir kez daha ilan etmek istiyorum.

Ülkemizin bu anlayışla yaptığı ekonomik, siyasi ve askerî katkılar gerçekten takdire şayandır.

Bu vesileyle, önce, Libya’daki 25 bin vatandaşımızın ve çok sayıda yabancının tahliyesinde, bilahare, icra edilen NATO operasyonlarında gösterdikleri üstün başarı ve fedakâr çalışmalarından dolayı tüm sivil ve askerî makamlarımızı kutluyorum.

Demokratik değişim yönünde büyük fedakârlıklarla önemli bir merhaleyi geçen Libya halkının, artık ideolojik ve kabile temelli çekişmeleri bir yana bırakarak, millî birlik ve bütünlüğünü tahkim etmesi en büyük temennimizdir.

Diğer yandan, üzülerek ifade etmek isterim ki, son yıllarda en büyük siyasi ve diplomatik yatırım yaptığımız komşumuz Suriye’nin bölgedeki gelişmeleri doğru tahlil etmekte geç kaldığını görüyoruz. Türkiye olarak, her zaman Suriye halkının mutlu, Suriye devletinin ise güçlü olmasını istedik ve bu doğrultudaki politikaları samimiyetle yürüttük.

Ne var ki, Suriye yönetimi nezdindeki açık ve kapalı tüm girişimlerimize rağmen, ülkede kardeş kanı akmaya devam etmektedir. Kendi halkına karşı baskı ve şiddet kullanmayı sürdüren Suriye yönetimine artık güvenimiz kalmamıştır. Türkiye her hâlükârda, kadim dostu Suriye halkının yanında olacaktır.

Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan bu tarihî değişimin barış, istikrar ve refaha tahvil edilmesi için sadece resmî makamlarımız değil, siyasi partilerimiz, iş dünyamız ve sivil toplum kuruluşlarımızın da bu ülkelerde aktif çaba göstermeleri gerekmektedir. Söz konusu çabalarımızda, kardeş ve dost ülkelerin istikrar, adalet, demokrasi ve kalkınma süreçlerine her seviyede yardımcı olmalıyız.

Ayrıca, Arap Baharı’nın kazanımlarının kalıcı olması için tüm bölgeyi kapsayacak bir ekonomik iş birliği mekanizması ile güvenlik mimarisi oluşturulmasına da öncülük etmeliyiz.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, bugünlerde bölgede Sünni-Şii ayrımı ekseninde içten içe derinleşen büyük bir tehlikenin zuhur ettiğini görüyorum. Bölgenin enerjisini ve kaynaklarını heba edecek bu tehlikeli sürece engel olunmalıdır.

Buradan, İslam dünyasında böylesi ilkel bir ayrışmadan nemalanmaya çalışan kötü niyetli güçlerin kışkırtmalarına alet olan tüm yönetimlere ve örgütlere de seslenmek istiyorum: İslam dünyasını, 21’inci yüzyılda âdeta Orta Çağ Avrupası’nın karanlıklarına döndürecek bir sürece izin vermeyiniz.

Değerli milletvekilleri, bu tarihî olaylar hâlâ bölgede kaynamaya devam eden temel meselelerden birisinin Arap-İsrail ihtilafı olduğu gerçeğini unutturmamalıdır. Bu meyanda, Filistin halkının kendi devletinin tanınması yolunda verdiği mücadeleye ülkemizin sağladığı destek, Filistin’le olan kardeşlik bağlarımızın ve tarihî mesuliyetimizin bir icabıdır.

Öte yandan, bölgedeki yeni siyasi iklimi en dikkatli takip ve analiz etmesi gereken ülke İsrail’dir. Zira, bölgedeki demokratik ve demografik dinamikler İsrail’in aleyhine gelişmektedir. Başkenti Kudüs olan bağımsız ve onurlu bir Filistin devletinin kuruluşunu işgal, zorbalık ve toprak gaspıyla engellediği; işgal ettiği Arap topraklarından çekilmediği sürece, İsrail’in gerçek barış ve güvenliğe ulaşması imkânsızdır.

İsrail’in stratejik bir yaklaşım sergilemediği bir başka konu da ülkemizle ilişkilidir. İsrail, haklı taleplerimiz bağlamında gerekli adımları atmadığı müddetçe ilişkilerimizin normalleşmesi de söz konusu değildir.

Değerli milletvekilleri, 2011 yılı, dost ve kardeş Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarının yirminci yıl dönümüdür. Kardeş ülkelerin son yirmi yılda bağımsızlığın pekiştirilmesi ve ekonomik kalkınma yolunda katettikleri muazzam ilerlemeden millet olarak büyük bir sevinç duyuyoruz. Sevinç ve kederlerini yüreğimizde hissettiğimiz Türk cumhuriyetlerindeki kardeşlerimizin, önümüzdeki yıllarda daha güçlü devletler ve demokratik toplumlar olarak, nice büyük başarılara ulaşmasını samimiyetle temenni ediyorum.

Öte yandan, ülkemizin dünya barışına katkı yapma yönündeki iradesi ve artan etkinliği tüm dünyada takdirle karşılanmaktadır. Bu bağlamda, birçok karmaşık sorunun çözümünde ülkemizin katkılarının fark yaratmasından büyük memnuniyet duyuyorum.

Türkiye’nin Kafkaslar, Balkanlar, İran, Irak, Afganistan, Pakistan, Lübnan, Filistin ve Somali’yle ilgili pek çok meselede öncülük ettiği ya da  katıldığı diyalog ve iş birliği süreçleri, bu bölgelerdeki barış ve istikrar çabalarına en anlamlı katkıyı yapan mekanizmalar hâline dönüşmüştür.

Diğer taraftan, ülkemizin artan imkân ve kabiliyetlerini küresel bir sorumluluk anlayışı içinde kullandığı bir başka alan da küresel kalkınma çabalarına verdiği destektir.

Bu çerçevede, Birleşmiş Milletlerin kalkınma alanındaki en temel forumlarından biri olan En Az Gelişmiş Ülkeler Zirvesi’ne ev sahipliği yapmış olmaktan büyük memnuniyet duydum.

En az gelişmiş ülkelerin üçte 2’sini oluşturan Afrika, kendi kaderine terk edilmemesi gereken bir kıtadır. Bu bağlamda, yirmi yıldır yaşanan iç savaşın pençesinde kıvranan Somali’de baş gösteren açlık felaketi tüm insanlığın da ayıbıdır.

Asil milletimiz yüz elli küsur yıl önce Büyük İrlanda Kıtlığı gibi pek çok afet dolayısıyla gösterdiği alicenaplığı, bu kez Somali için de sergilemiştir. Bu vesileyle, Somali kampanyasına büyük şevkle katılan halkımızı en içten duygularımla tebrik ediyorum.

Son dönemde Endonezya, Haiti, Pakistan ve Japonya’da pek çok doğal ve çevre felaketlerine tanık olduk. Felaketlerin boyutları çoğu kez en güçlü devletlerin dahi altından kalkamayacakları niteliktedir. Bu nedenle, geçen yıl yapılan Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda, açlık, kuraklık, salgın hastalıklar ve doğal afetlerle mücadele etmek için “Küresel Acil Mukabele Yeteneği” kurulması çağrısında bulunmuştum.

Memnuniyetle ifade etmeliyim ki, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bu çağrımıza cevap vermiş ve geçtiğimiz haziran ayında kabul ettiği bir kararla “HOPEFOR” adıyla bir gücün ihdas edilmesi sürecini başlatmıştır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ortak değerler temelinde, güçlü müttefiklik bağlarıyla bağlı olduğumuz ülkelerle ilişkilere büyük önem vermekteyim. Bu çerçevede, pek çok küresel ve bölgesel meselede benzer vizyonları paylaştığımız ve iş birliği yaptığımız, müttefikimiz Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler özel bir yer tutmaktadır.

Yine, bir parçası olduğumuz Avrupa, ülkemizin en köklü, kapsamlı ve çok boyutlu ilişkilere sahip olduğu kıtadır. Pek çoğu müttefikimiz ve önde gelen ticari ortağımız olan Avrupa ülkeleriyle yoğun siyasi, ekonomik, askerî, bilimsel, kültürel ve beşerî münasebetlerimiz vardır.

Hepimizin malumu olduğu üzere, 2007 Ağustos ayında başlayan küresel ekonomik kriz ve euro bölgesinde hâlen devam eden istikrarsızlık, Avrupa’nın içine kapanmasına yol açmıştır.

Bu durumun ortaya çıkmasında, bazı Avrupa Birliği liderlerinin stratejik miyopluğu da rol oynamıştır.

Küresel ağırlık merkezinin Asya’ya doğru meylettiği, Arap baharı nedeniyle demokratik genişlemenin Avrupa’nın doğusu ve güneyine doğru kaydığı bir ortamda, Avrupa Birliğinin bu içe kapanıklığının, ileride ciddi stratejik maliyetlere yol açması kuvvetle muhtemeldir.

Avrupa Birliğiyle münasebetlerimiz bağlamında, daha önce de değişik vesilelerle tekrarladığım gibi, stratejik önceliklerimizden taviz vermeden, müzakereler konusunda üzerimize düşenleri kararlılıkla yerine getirmeliyiz. Zira, bugün ulaştığımız ekonomik istikrar ve gerçekleştirdiğimiz demokratik reformlarda Avrupa Birliği müzakere sürecinin çok önemli katkıları olduğunu da unutmayalım.

Netice olarak, tıpkı Norveç gibi müzakereleri başarıyla tamamlamamıza imkân verilmesini muhataplarımızdan kararlılıkla talep etmeliyiz. Unutmayalım ki, müzakere süreci tamamlandığında, Avrupa Birliğine katılım konusundaki kararı, sadece Avrupa Birliği halkları değil, Türk halkı da verecektir.

Bu arada, pek çok Avrupa Birliği üyesinin arkasına sığındığı Kıbrıs sorununda, uzlaşma iradesinden yoksun tarafın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi olduğu herkes tarafından bilinmelidir.

Değerli milletvekilleri, herkesin malumu olduğu üzere, adanın birleşmesi için yürütülen müzakerelerde Türk tarafı olarak her türlü çabayı gösterdik. Tüm uluslararası camianın desteklediği Annan Planı’nı reddetmelerine rağmen, Rum tarafı Avrupa Birliğine üye olabildi. Bu süreçte pek çok önde gelen Avrupa Birliği ülkesinin, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliğine adanın tamamını temsil etmeden, eksik girdiğine dair yayınladıkları deklarasyon ve beyanlar hâlâ arşivlerdedir.

Esasen Avrupa Birliği, ilk defa, kendi iç sorunlarını çözmemiş, ülkesinin tamamını temsil etmeyen bir yönetimi bünyesine alarak kendi ilkelerini ihlal eden bir politika izlemiştir. Şimdi, böyle bir “yarım yönetim”in 2012’nin ikinci yarısında Avrupa Birliğine Başkanlık yapıyor duruma gelmesi, Avrupa Birliğinin zafiyetini gösterecektir. Bu, Avrupa Birliği tarafından da sorgulanması gereken bir husus olmalıdır.

Çok daha önemli bir nokta ise Avrupa Birliğinin tüm bu olup bitenleri normal gibi görmesinin, müzakerelerin sürdüğü bir ortamda, Rum yönetiminin çözüm için hiçbir mecburiyet hissetmemesine yol açmasıdır. Bunun da Avrupa Birliğini çözümsüzlüğün en büyük cesaretlendiricisi durumuna düşürdüğü aşikârdır.

Bu şartlar altında, korkarım ki, Avrupa Birliği, adada birleşmeyi tamamen imkânsız kılacak bir sürecin başlamasının müsebbibi olacaktır. Böyle bir sürecin doğurabileceği neticeleri, herkesin er ya da geç kabullenmek zorunda kalacağını şimdiden hatırlatmak isterim.

Son olarak, Türkiye'nin, Doğu Akdeniz’de tüm millî çıkarlarını korumak için gereken her türlü tedbiri alacağından da hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerime burada son verirken başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, yüce Meclisin milletimize hizmet etmiş tüm üyelerini rahmetle anıyorum. Yeni dönemin milletimiz ve devletimiz için hayırlar getirmesini Cenabıallah’tan diliyorum. (AK PARTİ sıralarından ayakta alkışlar, MHP ve BDP sıralarından ayağa kalkmalar)

BAŞKAN – Sayın Cumhurbaşkanımıza çok teşekkür ediyoruz.

Değerli milletvekilleri, birleşime on dakika ara veriyorum.

Kapanma Saati: 15.59

İKİNCİ OTURUM

Açılma Saati: 16.10

BAŞKAN: Cemil ÇİÇEK

KÂTİP ÜYELER: Muhammet Rıza YALÇINKAYA (Bartın), Mine LÖK BEYAZ (Diyarbakır)

------ 0 ------

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1’inci Birleşiminin İkinci Oturumunu açıyorum.

Şimdi, Anayasa’mıza göre milletvekillerinin göreve başlamadan önce ant içmeleri gerekmektedir. Daha önce ant içmemiş olan sayın milletvekillerinden bu birleşimde ant içmek isteyenleri illerin alfabetik sırasına göre kürsüye davet edeceğim.

KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan, ben size bir pusula göndermiştim.

BAŞKAN – Evet.

KAMER GENÇ (Tunceli) – Gündemi yanlış belirliyorsunuz. İç Tüzük’ün 3’üncü maddesine göre, birleşimin başında milletvekilleri yemin eder. Birleşimin başı da geçti, Birinci Oturumu kapattınız ve İkinci Oturuma geçtiniz. Dolayısıyla, İç Tüzük’ün 3’üncü maddesindeki hüküm açıktır, “Milletvekilleri birleşimin başında andiçerler.” diyor. O zaman İç Tüzük’e göre ant içme imkânı yok ama İç Tüzük’ü hesaba katarsanız. Sizin bir huyunuz  var, zamanında siz  Meclis Başkanlığı yaparken ben size bir pusula göndermiştim… Milletvekillerinin isteklerini lütfen dikkate alın.

BAŞKAN- Teşekkür ederim Sayın Genç hassasiyetiniz için. Bu konuyla ilgili müsaade ederseniz düşüncemi ifade edeyim.

İç Tüzük yemin kısmını düzenlemiş yani yemin İç Tüzük’ün 3’üncü maddesinde düzenlenmiş durumda, sayın cumhurbaşkanlarının konuşması ise Anayasa’nın 104’üncü maddesindedir. Normlar hiyerarşisinde Anayasa İç Tüzük’ten evvel gelir, bundan dolayıdır; bu bir.

İkincisi: Daha evvel 1951 yılında da aynen, nitekim o zamanki 1924 Anayasası’nın 36’ncı maddesinde de “Cumhurbaşkanının Mecliste geçen yıldaki çalışmaları ve giren yıl içinde alınması uygun görülen tedbirler hakkında bir söylev verir.” diyor ya da “Söylevini Başbakana okutur.” diyor. Yani 24 Anayasası’nda da bu hüküm var. O hükmün icabı olarak önce Sayın Cumhurbaşkanı Genel Kurula konuşmuş, yemin merasimi 1951 yılında aynen bugün olduğu gibi gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, ant içmemiş ya da içememiş olan sayın milletvekillerinin bugün burada ant içmelerinde İç Tüzük açısından, uygulama açısından da bir sakınca yoktur.

KAMER GENÇ (Tunceli) – O zaman önce milletvekillerinin yeminini yaptırmanız lazımdı, ondan sonra konuşmayı yaptırsaydınız. Yani yanlış yapıyorsunuz.

IV.- ANT İÇME

1.- Milletvekillerinin ant içmesi

 

BAŞKAN - Şimdi, illerin alfabetik sırasına göre sayın milletvekillerini kürsüye davet edeceğim.

ADANA:

Murat Bozlak

AĞRI:

Halil Aksoy

BATMAN:

Ayla Akat Ata

Bengi Yıldız... Yok.

BİNGÖL:

İdris Baluken

BİTLİS:

Husamettin Zenderlioğlu

DİYARBAKIR:

Nursel Aydoğan

Emine Ayna

Şerafettin Elçi

Altan Tan

Leyla Zana

HAKKÂRİ:

Esat Canan

Selahattin Demirtaş

Adil Kurt

IĞDIR:

Pervin Buldan

İSTANBUL:

Sırrı Süreyya Önder

Sebahat Tuncel

Abdullah Levent Tüzel

KARS:

Mülkiye Birtane

MARDİN:

Erol Dora

Ahmet Türk

MERSİN:

İsa Gök… Yok.

Ertuğrul Kürkçü

MUŞ:

Demir Çelik

Sırrı Sakık

SİİRT:

Gültan Kışanak

ŞANLIURFA:

İbrahim Binici

ŞIRNAK:

Hasip Kaplan

VAN:

Nazmi Gür

Aysel Tuğluk

Özdal Üçer

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, bugünkü gündemimizde başka bir konu bulunmamaktadır.

Gündemdeki konuları sırasıyla görüşmek için, 4 Ekim 2011 Salı günü saat 15.00’te toplanmak üzere, birleşimi kapatıyorum.

Kapanma Saati: 16.41